5 Mayıs 2014 Pazartesi

Anne, Ben Dadaist Oldum!

Bundan yıllar, yılar önce; edebiyatımıza büyük hizmetleri dokunan Fuzuli, Türkçe Divanının önsözünde üç şeyden şikayet eder:
  1. Kendi bahtından -ki divan şairlerinin genel şikayetidir bu- şikayetçidir.
  2. Okuma yazma bilmeyen cahil müstensihlerden* şikayetçidir.
  3. Kendini şair sananlardan şikayetçidir.
Ben bu yazımda, Fuzuli'nin şikayetçi olduğu üçüncü maddeden bahsetmek istiyorum. Yedi Meşale'nin ortaya çıkışıyla söze başlayayım. Bilindiği üzere Yedi Meşale hareketi, Milli Edebiyat akımının ardından ortaya çıkmıştır. Her akım gibi onlar da kendinden önceki akımlara başkaldırı mahiyeti taşır. Milli Edebiyat öylesine vuku' bulmuştur ki halk şiir sevdasına düşmüş, tabiri caizse eline kalem alan şiir yazmaya başlamıştır. Bu olaya "beylik edebiyat" da denir.

Yedi Meşaleciler; beylik edebiyat için, çıkardıkları Yedi Meşale adlı derginin -ki adlarını da buradan alırlar- ilk sayısının önsözünde "Ayşe, Fatma terennümü" diye bahsederler. Yakın çevremde de bu ve Fuzuli'nin şikayetlerinin üçüncü maddesindeki durumu aratmayacak bir durum söz konusudur. 

Yıllardır yetenek sayılan, üst düzey görülen edebiyat bazı kişilerce bugün ayaklar altındadır. Divan edebiyatında sıkça rastladığımız söz sanatları ve söz oyunları mevzu bahs olunan kişilerce değerini kaybetmektedir. Kelimelerin bir ya da birkaç harfini değiştirerek sanat icra ettiğini düşünen bu kişi/kişilerin en kısa sürede durumlarının farkına varmasını tanrıdan diliyorum.

Yakın çevrelerinin de etkisi olduğunu varsaydığım bu kişi/kişiler, hatalarını bilmedikleri gibi kendilerini de şair sanmaktadır. Yolun başında oldukları bile meçhul olan bu kişi/kişilerin, tevazu göstermeden yaptıkları bu hareket akıl alır gibi değildir. Sözünü ettiğim kişilerden birini çok yakından tanımaktayım. Daha imla kurallarını bilmeyen bu kişinin böyle bir işe soyunması, ironi eksikliği çekmeyen güzel ülkemize bir ironi daha katıyor.

Romanlarda ya da şiirlerde yer alan, çok bilinen sözleri alıp değiştirerek -ekleme veya adaptasyon yoluyla- şair/yazar olunamayacağını bilmeyen, oldukları gibi görünmek yerine olmak istedikleri kişiyi göstermeye çalışan, ömrü hayatında okuduğu kitap sayısı bir elin parmağını geçmeyen, kitap okumak moda oldu diye kitap okuyan, bu cahil insanlar, bence, dilimizdeki en ağır hakaretleri hak etmektedirler.

İslam öğretisinde, kıyamet koptuktan sonra, her insanın hayattayken yaptığı davranışlardan ötürü sorguya çekileceği yer alır. Ve şundan eminim ki, yukarıda yerdiğim bu insanlar, yaptıklarından sorguya çekildikten sonra büyük edebiyatçılar tarafından da sorguya çekilecektir. Bunca yıllık birikimi mahvetmişlerdir çünkü. Ve bunların önüne geçilmez de eskaza bunlar kendilerine yayılma alanı bulurlarsa benim gibi birçok insan edebiyattan soğuyacaktır. Daha şimdiden, bunlar yüzünden dadaizmi mantıklı bulmaya başladım. En kısa zamanda köklerinin kuruması dileğiyle...

* - Müstensih: Matbaa'dan önce, yazma eserleri el ile çoğaltma işini yapan insan

4 Mayıs 2014 Pazar

Aylak Adam Üzerine

Bu kitabı, daha önce bir çok kere tavsiye edilmesine rağmen, nisan ayında okuma fırsatım oldu. İnsanoğlu güzel şeyleri hep geç farkedermiş. Benimki de öyle oldu.

"Ölmeden önce okunması gereken 100 kitap" listesinde de görünce artık okumalıyım dedim ve başladım. İlk başları -ilk 50 sayfası- beni çok sıktı. Acaba yarım bırakıp başka bir kitap mı okusam diye düşünmedim değil. İlk defa fikrimin harekete geçmeyip, sadece fikirde kaldığıma memnun oluşum bu kitap sayesindedir. Kitabın mevzu bahis ilk sayfalarının beni sıkmasının -kendimce- nedenlerinden biri: Anlatımdaki geliş gidişler ve kitabın kahramanı C.'nin hayatına yabancı oluşumdur. Sabrımın selameti olarak mevzu bahis sayfalardan sonra kitap gayet akıcı ve merak uyandıran bir hale geldi.

Atılgan, kitaplarında genel tem olarak yabancılaşmayı, toplumdan soyutlanmayı işlemiş. Bu eserinde de bunu görüyoruz. Öyle ki kitabın baş kahramanının adını kesin olarak bilmiyoruz. Ondan, kitapta sadece "C." diye söz ediliyor. C, yaşadığı toplumla kaynaşamamış, sıradanlaşmak istemeyen bir insan. Bu yüzden de en çok alışkanlıktan nefret ediyor. Kitabın bir kaç yerinde "elinde kese kağıdıyla eve bir şeyler götürmek" eleştiriliyor. Herhangi bir işte çalışmayan, tiyatroya-sinemaya giden, kitap okuyan, ressamların arasında hayatını sürdüren, babasından miras kalan malların geliriyle hayatını sürdüren bir adamdır C. Bunun için kendine işi sorulduğunda "Benim işim yok. Aylak'ım ben" diye cevap verir.

C'nin hayata başkaldırısının altında babasından duyduğu nefret vardır. Babasına benzememek için elinden geleni yapar. Ama yine de kendi davranışlarını, babasının davranışlarıyla karşılaştırır. Ona benzemekten çok korkar çünkü. C'nin tek alışkanlığı kulağını kaşımaktır. Küçükken kulağının yırtılması yüzünden bu alışkanlığı edinmiştir. Bu, onun için öylesine büyük bir alışkanlıktır ki kitabın bir yerinde "Onun yanında kulağımı bile kaşımamıştım" diyecektir.

C'nin hayattaki en büyük amacı "gerçek sevgi"yi bulmaktır. Babası tarafından çok sevilmediği anlaşılan, annesinin ölümü üzerine gerçek sevgiyi, karşılıksız sevgiyi teyzesinden gören C, her kadında teyzesinin özelliklerini arar. Öyle ki, bir hayat kadınını sırf teyzesine benziyor diye evine getirmiş, ona teyzesinin taklidini yaptırtmıştır.

C, konuşmaktan ve konuşanlardan nefret eder. "İnsanlar neden susmayı bilmiyor?" diyor. Sırf bu yüzden gittiği yerlerde garsonlara, komilere susmaları için, kendini rahat bırakmaları için fazladan bahşiş verir. Onun için kadın da farklı kategorilere ayrılır. Örneğin Güler için şunları söylemiştir: "Acaba Güler, erkeklere kalem açtıranlardan mı? Sanmam. Boyasız o, topuksuz." Bu cümleler C'nin güzellik anlayışını da yansıtıyor bize.

Yukarıda C'nin alışkanlıkla ilgili düşüncelerinden bahsetmiştim. Bu konuyu kitaptan, kendi cümleleriyle açmak istiyorum: "Atılsın, yerine sulu, yılışık, gerçek bir garson gelsin de Güler'le hep bu masada buluşmasınlar istiyordu. Alışmaktan korkuyordu. Böyle giderse bu masa sevgilerinin kutsal yeri olacaktı. Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı."

Romanda, yazar, para üstünde de duruyor. Paranın insan hayatındaki önemini, ve insanların para hakkındaki görüşlerini eleştiriyor. Burada, C'nin bol bahşiş bırakmasının nedenini de açıklıyor: "Hep para verip rahatlayacaksın! Ne yapayım ya? İnsanların en kolay anladıkları, onun dili değil mi?" 

Kitap acıklı bir sonla bitiyor. Hayır sevgili okur, düşündüğünüz gibi değil. Kimse ölmüyor. Bu ayrıntıyı verdiğim için affınıza sığınıyorum. Eğer vermeseydim; yazımı okuyanlardan bazılarını, romanı "Yeşilçam Filmi" gibi düşündürüp, kitap hakkındaki umutlarını kırmış olurdum. Edebiyatımızda; böyle eserlerin, böyle yazarların olduğunu düşünmenin verdiği kıvançla yazımı noktalıyor, eğer okumadıysanız en kısa zamanda okumanızı, siz sevgili okurumdan niyaz ediyorum.

24 Nisan 2014 Perşembe

Elma Çöpünden Gurur

Elma çöpünden gurur mu olur demeyin sevgili okur! Olur, bal gibi olur hem de... Alt çeneniz üst çenenizden uzunsa ne demek istediğimi anlarsınız. Benim öyleydi. Ta ki 2004'e kadar...

Genetik çok değişik bir şey sevgili okur. Annemle babamın çene yapıları farklı. Ve ben ilk çocuk olarak bu farklılığın ilk kurbanıydım. Babamın üst çene ve annemin de alt çene yapısını almışım. O yüzden alt çenem üst çenemden uzundu. En büyük hayalım meyveleri ısırarak koparabilmekti. Çünkü bir elmayı ısırarak yiyemiyordum. Çekirdek yiyemiyordum. Sert bir meyve/sebzeyi ısırarak yemek en büyük korkumdu ve o yüzden meyve bıçaklarının hakkını ödeyemem...

Çocuktum. Düşen birini gördüğümde arkadaşlarımın aksine gülmeyen bir çocuktum. İnsanların dış görünüşleriyle dalga geçmeyen bir çocuktum. Çünkü alt çenem uzun diye -rahmetli Sakıp Sabancı'nın çenesi gibiydi çenem- millet benimle dalga geçiyordu. Bu yüzden olmalı ki insanların dış görünüşleriyle ya da hareketlerine gülmezdim. Belki böyle bir sorunum olmasa ben de gülerdim, bilmiyorum...



Ne zaman benle dalga geçen bir çocuk olsa, yaşına bakmadan okul çantamı sırtımdan çıkardığım gibi üstüne çullanırdım. Çocukluğumun yegane kavga sebebi budur. Bir gün -dün gibi iyi hatırlıyorum- aynanın karşısına geçtim ve anneme "Neden benim çenem böyle?" dedim. Sadece bunu demiştim, ne bir eksik ne de bir fazla. Bu olayın üstünden bir kaç hafta geçti geçmedi okuldan izin alıp beni diş doktoruna götürdüler. İlk Aydın'a gittik. Orada bir ortodontist vardı. Bize yakın diye orayı tercih etti bizimkiler ama ben o kadını istemedim. Çok sert bir kadındı ve tedavim süresince maske takmamı söylemişti. Allah aşkına, sadece çenem yüzünden dalga geçen insanların karşısında o maske ile ne kavgalar ederdim düşünün lütfen...

O doktoru istemeyince, İzmir'de bir doktora gittik. Onu çok sevmiştim. Cana yakın ve tatlı dilliydi. Görüştükten sonra hemen tedaviye başladık. Eğer bugün dişçiden korkmuyorsam onun sayesindedir. İlk 4 yıl çenemin düzelmesi için uğraştık. Bu esnada ettiğim kavgaların haddi hesabı yok tabi. Ettiğim kavgaların çoğundan ailemin haberi yoktur. Anca mahalleden çocuklarla dövüşürsem öyle haberleri olur. Aparey kullanıyordum. Aparey'in ne olduğunu size açıklamak istersem: Tabiri caizse, yaşlıların takma dişleri gibi bir şeydi. Damağa takılıyordu ve haftada bir gün ayarı yükseltiliyordu. Bugün sorumluluk sahibi biriysem eğer bu tedavi sayesindedir. Çünkü her gün, günde iki kere diş fırçalardım. Aparey'imin bakımlarını yapardım.
Derken 3 sene bitti ve çenem düzelmişti. İşte yukarıda belirttiğim "Ta ki 2004'e kadar" kısmı bu zamanlardır.


Madem böyle bir işe giriştik, olmuşken tel de taktıralım tam olsun dedik ve diş teli kullanmaya başladım. Tedavi sürecimin en zor dönemleri bu dönemlerdi. En çok kavgayı bu dönemde yaptım. Ben diş teli kullanan o ilk nesildenim. Herkesin yabancı olduğu bir şeydi bu. Bilen, bilmeyen herkesin "O ne?", "Ağzını aç bakayım", "Kaç paraya yaptırdınız?", "Nerede yaptırdınız?" gibi bitmek tükenmek bilmeyen zincirleme sorularına maruz kalıyordum. Telime dokunmak isteyenler, ağzımın içini dipten uca inceleyenler, daha neler neler... Şimdi düşünüyorum da, ne kadar da uysalmışım... Reddedemiyormuşum. Hayır demeyi bilmiyormuşum.

Diş teli beni sıkıntılarımdan kurtaracaktı. O yolda çektiğim çile, daha sonra bana olumlu olarak geri dönecekti ama çok zordu. Aylık kontrollerim olurdu. Her kontrolden dönüşümün ilk üç günü bir şey yiyemez, sadece sıvı gıdalarla beslenebilirdim. Çünkü her kontrolden sonra tellerin ayarı değişiyor, ağzıma müthiş bir basınç uyguluyordu. Bu basınç bir şey çiğnemenize imkan vermiyor, eğer çiğneyecek olursanız da çürük ağrısı gibi bir ağrı yapıyordu. Braketler ağzınızda yara yapıyor, hatta uyurken dudağınızdaki yaranın içine girip onu çıkarırken kendi kanınızla cebelleşmek zorunda bırakıyordu. Braketi dudağımın içinden çıkaracağım diye üstümün kan olmuşluğu çoktur. Hepsine sabrediyordum ama en çok kola içememek beni bitiriyordu...

Diş teli -braket- kullanıyorsanız, asitli içecekler içemezsiniz sevgili okur. Aslında içersiniz de içerseniz teller çıktığında dişlerinizin üstünde lekeler olur ya da braketler kopar. O yüzden asitli içecekler diş teli takanlara yasaktır. Teller çıktığında on birinci sınıftım. Doktorum tedaviye başladığım ilk gün dişlerimin fotoğrafını çekmişti. Teller çıkınca ikisini karşılaştırdık ve sonuç mükemmeldi. Her şeye değmişti. Önceden teller yüzünden dudaklarım kapalı gülerken artık otuz iki dişimi de göstererek gülebilecektim.


İşte bu yazıyı yazmak demin yediğim elma sayesinde aklıma geldi. Hep özendiğim görüntüydü soldaki fotoğraf. Ne zaman elma yesem, ilk ısırıktan sonra yüzümde bir tebessüm olur. Başarmanın verdiği gururun tebessümüdür bu. Her elma yediğimde mümkün olduğunca kütürdeterek koparırım. Bittiği zaman hemen çöpe atmak istemem. Bir kaç dakika izlerim elmanın çöpünü...

Her fotoğrafta dişlerimi göstererek gülerim. Her şeyi ısırarak yemek istiyorum. Ne zaman dişten, ağızdan bir konu açılsa hemen "En pahalı gülüş, benim gülüşümdür" derim. Ki haklıyımdır bu konuda. Çünkü gülebilmek için çok cefa çektim...


21 Nisan 2014 Pazartesi

Sineklerin Tanrısı

Sineklerin Tanrısı, Ballantyne'nin Mercan Adası isimli eserinin adeta parodisidir. Golding, kendini şöhrete kavuşturan bu eserinde, Mercan Adası'nın iki kahramanın adını kullanmıştır. Hatta olayın geçtiği ada, bizzat Mercan Adası'dır. Ama bu adada geçen olaylar, Ballantyne'nin Mercan Adası'ndan çok farklıdır.

Sineklerin Tanrısı'nda ıssız bir adaya düşen, yaşları 8 ile 12 arasında değişen, bir grup İngiliz çocuğun başlarından geçen olaylar anlatılmaktadır. Golding, kahramanlarından ikisine Ballantyne'nin kullandığı iki ismi vermiştir. Biri Ralph, biri de Jack...

"Hamlet'i bir öç alma tragedyası ya da Moby Dick'i sadece bir balina avı öyküsü saymak ne denli yanlışsa, Sineklerin Tanrısı'nı da çocuklar için yazılmış bir serüven romanı saymak o denli yanlıştır." Bu söz kitabın çevirmeni, Mina Urgan'ın, kitabın sonunda yazdığı "Sonsöz"den bir alıntıdır. Urgan bu sözünde yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü bu roman çocuk kitabından ziyade, bir yetişkin kitabıdır. Hatta bu kitaba roman demek de yanlıştır. Bence bu eser baştan aşağı bir alegoridir, simgesel anlamları olan bir öyküdür.

Mercan Adası'nda adada mahsur kalan İngiliz çocuklar, adada İngiliz medeniyetinin küçük bir kopyasını oluşturmuşlardı. Sineklerin Tanrısı'nda karakterler İngilizdir, mekan aynıdır, isimlerden ikisi Mercan Adası'ndaki iki karakterle aynıdır ama anlatılanlar tamamen zıttır. Sineklerin Tanrısı'nda, çocuklar küçük bir İngiliz medeniyeti kurmazlar. Hatta medeniyet namına hiç bir şey kuramazlar. Sadece olayların başında demokrasiye benzer bir yapı oluştururlar ama bu yapının çökmesi uzun sürmez.

Golding'in eserde vermek istediği bir mesaj vardır: "İnsanlığın içindeki kötülük"... Bugün bir çok insan çocukların masum, günahsız ve birer melek olduğunu düşünür. Ama işin aslı öyle değildir. Herkes çocukluğuna dair hatıralarını anımsarsa, aldığı kararların ya da yaptıklarının şu anki halinden bir farkı olmadığını görecektir. Arada tek bir fark vardır: Çocukken tecrübesiz olduğumuz için yanlış kararlar alırdık. Şimdi ise tecrübelerimize göre hareket ediyoruz. Akıl yine eskisi gibi işliyor.

Edebi eserlerde başarı zıtlıklarla sağlanır ve bu romanda zıtlıklar mükemmel bir şekilde verilmiştir. Karşımızda iyi ve kötü karakterler vardır. Ralph, Domuzcuk ve Simon iyi karakterlerdir ama Jack ve Roger kötü karakterlerdir. Ralph ve Domuzcuk tamamen iyi karakterler değildir. Her insan gibi onların da eksik yanları vardır. Buna rağmen iyi tarafları ağır bastığı için onları iyi kategorisine dahil ediyorum. Jack'i kötü olarak gösterdim ama Jack tamamen kötü bir çocuk değildir. Onun da iyi yanları olmasına karşın kötü tarafı ağır bastığı için bu kategoriye aldım.

Eserde sadece iki tane tamamen iyi ya da tamamen kötü karakter vardır. Onlar da Simon ve Roger'dir. Simon tabiri caizse yeryüzüne gönderilmiş bir melektir. Zaten Golding, eserini bir gazeteciye tanıtırken, Simon için: "İsa'yı andıran bir kişiliği" olduğunu ve bunun yanında da sezgileriyle geleceği görebildiğini söylemiştir. Roger ise tamamen kötüdür. İnsan öldürebilen, yaralı hayvanlara işkence edebilen bir çocuktur. Onun hareketleri bana Hitler'i hatırlattı. Davranışları, hareketleri, söyledikleri tamamen faşist bir mantığın ürünleridir.

Golding, İkinci Dünya Savaşı'na asker olarak katılmış. Ve eseri de Üçüncü Dünya Savaşı'na tekabül etmekte. Savaşta atom ve nötron bombaları kullanılıyor olmalı ki güvenli bir yere götürülürken adaya düşüyorlar. Ayrıca Üçüncü Dünya Savaşı ile ilgili diğer bir çıkarımım da bu savaşın kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasında geçtiğidir. Çünkü Ralph bir bölümde "kızılların onları esir alabileceğini" söylüyordu.

Golding bu eserinde insanların doğuştan kötü olduğunu söylemez. Sadece dış dünyada da, insanın iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlıkla karanlığın çarpıştığını anlatır. Son olarak da yazarın İkinci Dünya Savaşı'ndaki gözlemlerinin kendine iyi bir referans olduğunu söyleyebilirim.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Para Mabed, Bankalar Mabud

Her şey para sevgili okur, her şey para... Çektiğimiz bütün sıkıntıların temel nedeni para. Okula gitmemizin nedeni okuyup iyi bir iş sahibi olabilmektir. Lise sınavlarına hazırlanmanın amacı, iyi bir eğitim alınabilecek bir liseden ziyade üniversiteyi kazandıracak bir liseye gitmektir. Üniversite okumak kişisel bilgi birikiminizi arttırmak değildir, iyi bir meslek sahibi olmaktır.

Hangimiz okuduğumuz ya da okuyacağımız bölüme iş sahasını önemsemeden girdik? Hangimiz mezun olacağımız bölümden hedeflediğimiz işin maaşını araştırmadık? Ben araştırdım sevgili okur. Siz de araştırmışsınızdır. Çünkü olması gereken bu. Hepimizin kurtarılması gereken hayatlarımız var.

Bu düzenin bir parçasıyız doğduğumuz andan beri. Kulağımıza daha ismimiz okunmadan hayatta yapmamız gerekenler söyleniyor. Hepimiz adımızın ne olduğundan önce çok çalışmamız gerektiğini, gelecek kaygısı yaşayacağımızı, hayatın bize vuracağı tokatların olduğunu öğreniyoruz.

Daha büyümeden kefenimiz biçiliyor. Serbest piyasa ekonomisi hayatımızı ilmek ilmek dokuyor, sınırlarımızı çiziyor. Bankalar yeni bir müşteri kazandığını haber alıyor. İleride sırtımıza vuracağı borç kamçısını, haberi alır almaz hazırlamaya başlıyor. Her ay göndererek boynumuzdaki kravatı daha da sıkacak olan ekstrelerinin taslaklarını yapıyor.

Ekmek bıçağında dilimleniyor ömrümüz. Okul dertleri, lise ve üniversite kaygısı, hepsinden daha büyük olan gelecek kaygısı... Evlenip topluma karışma arzusu, tercihlerimiz, doğrularımız, yanlışlarımız... Her oyunun elbet bir kazananı olacaktır fakat biz asla kazanan olmayacağız. Çünkü biz küçük insanlarız. Her şeyimiz küçük. Kurduğumuz hayaller bile küçük. En büyük hayalimizi söylememizi isteseler, hepimizin hayali "gerçeğe en yakın" sınırlarıyla çizilmiştir.

En başta her şeyin para olduğunu söylemiştim. Eğer paramız olsaydı -yeterince değil, fazlasıyla olan bir paradan bahsediyorum- bu tarz sıkıntılara girmezdik. Yaptıklarımız zorunda olduğumuz şeyler değil, zevk aldığımız şeyler olurdu. Eğer bahsettiğim miktarda paramız olsaydı yeni bir şey aldığımızda "İhtiyaçtan değil, lüksten aldım" diyebilirdik.

Sanmayın ki mutluluğu, huzuru, sağlığı parayla değişmek isteyen biriyim. Tam aksine ben de küçük insanlardanım. Ama bahsettiğim miktarda paramız olsaydı huzur da sağlık da mutluluk da daha başka olurdu. Gerçekçi olalım sevgili okur, bu fikrime tamamen katılıyorsunuz. Belki biz değilizdir de, bazıları için para tapılacak bir şeydir. Ve onlar için ibadethane bankalardır. Ne olursa olsun, insan bunlara biraz da olsa hak vermeden edemiyor. En azından, ben biraz hak veriyorum.

Olmaz ya, yine de kazananlardan olmanız dileğiyle, yarını düşünmeden hareket etmeniz dileğiyle, "İhtiyaçtan değil, lüksten" diyebilmeniz dileğiyle...

10 Nisan 2014 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık

Gabriel Garcia Marquez'in kanser olduğu haberini aldıktan sonra Kitap Ağacı'nın bu ay okuyacağı kitap olarak Yüzyıllık Yalnızlık'ı seçmesi çok iyi olmuş. Takdir Allah'ın tabi ama Marquez'i kaybedecek olursak, en azından bu son zamanlarında onunla tanışma şerefine nail olacak kitap severler olacaktır. Sakın yanlış anlamayın sevgili okur, elbette ki temennim hastalığından kurtulup daha fazla eser vermesi.

Kitap, Can Yayınları'ndan çıkmakta. Elimde bulunan kitap sağda görmüş olduğunuz, Can Yayınları'nın bugüne kadar alıştığımız o klasik formunda. Bildiğiniz üzere Can Yayınları klasik formunu değiştirecek. Bunu ilk duyduğumda sevindiğim pek söylenemez. Tam aksine biraz üzüldüm. Çünkü alışkanlıklarımızı değiştirmek biraz zaman alır. Bu eser için konuşacak olursak, kapakta gördüğünüz resim Henri Rousseau' nun Gümrükçü adlı resmidir. Bence kitabın yeni kapağı, içeriğiyle daha alakalı. Zaten yeni kapakta bir retro havası sezilmekte. Ayrıca retro'ya karşı bir ilgim mevcuttur. Sanırım bu yüzden yeni form kitaplara olumlu bakıyorum.


Kitabın yeni kapağı sağ tarafta gördüğünüz gibi. İçerikle alakalı dediğim
kısımları sayacak olursam: Logonun hemen altında Güzel Remedios'u
görüyoruz. Onun altında eserin geçtiği mekan olan Macondo'yu görüyoruz. Jose Arcadio Buendia'nın sokaklara diktirdiği akasya ağacı da kapaktaki yerini almış. Akasya ağacının hemen altında, Buendia Ailesi'nin evinin sık sık istila etmeye çalışan karıncaları da görüyoruz.

Kitabın ilk sayfasında Buendia Ailesi'nin soy ağacı ile karşılaşıyoruz. İlk bakışta oldukça karışık görünüyor. Nitekim haklısınız da... Kitabın ilk dönemlerinde bu soy ağacından yardım alarak karakterlerin hangisi olduğunu anlıyoruz. Çünkü Buendia Ailesi'nde yeni doğan çocuklara bir kaç nesil önce yaşayanların isimleri veriliyor. Sakın endişe etmeyin. Çünkü kitap ilerledikçe bu isimler ve karakterler zihnimizde yer ediniyor. Yeni doğan çocukların aynı isimleri alması onlar üzerinde bir etki oluşturuyor. Zaten Ursula, yaşlılığı sırasında bu etkiyi kendi tespitiyle okuyucularla paylaşıyor.

Marquez, "büyülü gerçeklik akımı"nın en önemli temsilcilerinden biri. Bu eseri de akımın ismiyle tıpa tıp aynı özellikleri gösteriyor. Eserde bahsedilen olaylar ne tam anlamıyla gerçek ne de kurmaca. Güzel Remedios'un havalanıp göğe yükselerek kaybolması gerçek üstü bir olay olmasına rağmen yazar bu olayı gerçekle yoğurup biz okurların önüne koyuyor. Bu yüzden anlatılanlar gerçekmiş gibi duruyor ama büyülü bir gerçeklik söz konusudur.

Kitap 461 sayfa. Tahminim odur ki; bu kitabı düşündüğünüzden daha kısa sürede bitireceksiniz. Yazarı başarılı bulduğum bir diğer nokta da şudur: Yazar, eseri bitirmesi gereken yerde bitirmiş. Eğer bir nesil daha uzatmış olsaydı sanırım daha fazla tahammül edilemezdi, çünkü kitap çok karışık bir hal alırdı.

Hepimizin "İyi ki okumuşum. Bir kere daha okuyabileceğim bir kitap" dediği bazı kitaplar vardır hani? İşte bu kitap da benim için öyle. Bu kitabı okumayı düşünen varsa onlara naçizane bir tavsiyem olacak: Sakın ertelemeyin. Çünkü bu kitap sizin için bir milat olabilir.

Musalla Taşı

"Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında" demiş Cahit Sıtkı o meşhur Otuz Beş Yaş Şiiri'nde...

Bu nereden mi aklıma geldi? İnanın ben de bilmiyorum sevgili okur. Bu sıralar aklıma olmadık şeyler geliyor. Mesela bugün dersteyken ölümümü düşündüm. Nasıl öleceğimden ziyade ben öldükten sonra olacakları düşündüm. Size de bunu düşünmenizi tavsiye ederim.Tut ki öldüm. Hemen başlayalım senaryoya.

Cesedimi morgun en soğuk köşelerinden birinden almaya geldiler. Sıcak elleriyle -büyük ihtimalle babam- morgun soğuğunun buram buram hissedildiği o kağıda imza attılar ve cesedimi hastaneden aldılar. Yolda pek vakit kaybetmezler bundan eminim. Çünkü böyle durumlarda acılarını hız yapmakla çıkarır bizimkiler, daha önce öyle olmuştu. Bir an önce eve yetiştirme çabası içinde olurlar.

Arabayı babam kullanır. Kardeşim de önde, babamın yanında oturur. Kimse konuşmaz ama ağlarlar. Sessiz ağlarlar... Arabanın içinde sadece motorun sesi duyulur. Ha bir de ağlamaktan akan burunlarını çekerken çıkan ses olur. Belli periyotlarla ellerinin tersiyle gözyaşlarını siler bizimkiler. Arabanın eve yaklaşmasını duyanlar feryat çığlıkları atmaya başlar. Ve annem...

Annem çok ağlar. Gözleri kıpkırmızı ve ağlamaktan şişmiştir. Belki de vücüdunda takat kalmamıştır, baygındır. Hayatta olan en büyük akrabam anneannem. Annem kadar o da ağlar. Böyle durumlarda bağırmaktan ve ağlamaktan sesi kısılır genelde. Yine öyle olur tahminimce. Teyzelerim... İkisi de çok sever beni. Onları görenler en çok onlar üzüldü sanır ama onlar böyle durumları abartmayı çok severler. Yine de çok üzgün olurlar. Babam...

Babam evden içeri girince önce anneme sarılır. Bir süre beraber ağlarlar. Babam duygusal adamdır. Daha sonraları gizli gizli ağlar. Kendini belli etmez, sesli ağlamaz. Evin tenha yerlerine gider. Kardeşlerim...

Kardeşlerimin ikisi de çok ağlar. Cesedimin başında birbirlerine sarılırlar. Sonra onlara annem ve babam da eşlik eder. Hepsi kenetlenip ağlarlar. Bizde aile yüce bir müessesedir. Böyle zamanlarda kenetlenmeyi iyi biliriz. Küçük kardeşim bana çok düşkündür. Büyük ihtimalle susmaz, sürekli ağlar.

Bizimkiler cenazeyi bekletmeyi pek sevmezler. Bir an önce toprağa verip cenazeyi rahat ettirme çabası içindedirler. Ben ölürsem gece ölürüm bence. O yüzden de namazım öğleye müteakip olur. Cenazemin öğle namazında kalkacağı bellidir ama yine de usulen ev halkına sorarlar. Annem cevap vermekle uğraşmaz, benim başımda gözyaşı dökmeye devam eder. Teyzelerim ısrar eder ikindi vakti kalksın diye ama nafile. Bizimkilerin mantığı bellidir.

Belediyenin gerekli yerleriyle görüşüp mezar kazdırma işlerini ayarlamaya gider yakın akrabalarımızdan biri. Mezarlıkta ailemize ait parsel var. Oradan bir yer gösterirler. Mezarımı geniş ve uzun kazsalar bari. Hem uzun boyluyum hem de dar yerlerde rahat edemem. Gerçi toprağa gömüldükten sonra ne kadar geniş kazıldığının önemi yok da olsun...

Yine yakın akrabalarımızdan biri çevredeki caminin imamlarına sala vermeleri için gider. Hocanın sala bittikten sonra nasıl anons edeceğini bildiren yazıyı hocalara bir bir dağıtır. Dönüşte de cenaze malzemeleri satan bir dükkana uğrayıp gereken levazımatı alırlar ve eve getirirler.

Caminin minarelerindeki hoparlörlerinin açılma sesinin duyulmasından hemen sonra hocanın sesi duyulur. İşte o an ev yangın yerine döner. Çünkü cenaze evlerinde ağlama sesinin, feryatların duyulduğu ikinci zaman bu zamandır. İlki cenazenin eve ilk geldiği andır. Bütün ev ahalisi hep bir ağızdan feryat eder. Hoca salayı bitirdikten sonra adımı anons etmeye başlayacağı vakit bir sessizlik olur. Anons dinlenir, bittikten sonra ağlama kaldığı yerden devam eder.

Salanın ardından çok geçmeden hoca eve gelir. Başsağlığı diler ve vazifesinin başına geçer. Belediyenin tahsis ettiği aracın içinde beni güzelce yıkar, paklar, defnedilmeye hazır hale getirir. Beni tabutun içine koyarlar ve meydanda duamı ederler. Sonra da doğruca caminin yolunu tutarlar. Başımda bekleyenler olur. Gelenlerin bir kısmı vakit namazını kılmak için camiye girer.

Bu sırada ben tahtımda saltanat sürmekteyim. Tahtım mermerden ve bu yüzden biraz soğuk. Ben ölürsem güzel bir havada ölürüm diye düşünüyorum sevgili okur. Çünkü güzel havaları önünden beri çok severim ve buna rağmen mermer güneşin sıcaklığına rağmen, ölümün soğukluğuna yenik düşeceğini tahmin ediyorum.

Namazın bitmesiyle beraber bütün cemaat dışarı hücum eder. Herkes sıralanır. Yaşlılar başlarındaki kasketleri ters çevirir. Sıra sıra saf tutarlar. Bu arada bizimkilerin yanına gelip başsağlığı dileyenler de olur. Saltanatımın son demleri, imamın caminin kapısından çıkıp, cenaze namazını anlatmasıyla son bulur. Tüm cemaat iki rekat namazımın kılıp, hakkını helal ettikten sonra beni omuzlarına alıp cenaze arabasına yüklerler. İstikamet mezarlık...

Cenaze arabasının arkasında çok araç olur. Kahvehanelerin önünden geçerken oyunlarını bırakıp ayağa kalkanlar olur. Çok ağır ilerler cenaze aracı. Nihayetinde son durağa varmış oluruz. Cenaze arabası mezarlığın kapısında durur ve cemaat beni tekrar omuzlarına alır. Yeni yatağıma kadar elden ele ilerlerim. Beni tabutumdan çıkarıp yeni yatağıma güzelce yatırırlar. Üstüme tahtaları döşerler. Herkes birer ikişer kürek toprak atar üstüme ve kürek elden ele dolaşır. İmam bu esnada duasını okur. Dua bitince herkes ruhuma bir fatiha okur ve yakınlarım -en başta babam sonra kardeşim olmak üzere- yan yana sıralanırlar. Cemaat teker teker bizimkilerin ellerini sıkıp başsağlığı diler. Bu fasıl bittikten sonra doğruca evin yolu tutulur.

Bu saatler çok hareketli geçer. Akşam bir anda oluverir. Hocalar tekrar eve gelir birer fasıl daha dua ederler, yemek yerler sonra yatsı namazını kıldırmak için camiye giderler. İlk hafta ev boş kalmaz. Akrabalar, komşular falan olur. Daha sonra millet yavaş yavaş elini ayağını çekince asıl yalnızlık o zaman başlar...

Sevgili okur, ben ölümümün bu kısmında üzülenleri sadece ailem ve akrabalarım olarak anlattım. Elbette ki onların haricinde ağlayacak, üzülecek çok insan vardır. Sizden istediğim de bu zaten. Arkanızdan kimlerin ağlayacağını düşünün. Timsah gözyaşları dökenler sayılmaz ama. Bunu düşünün ki bugünden sonra, en çok kimin ağlayacağını tahmin ettiğiniz insana daha iyi davranın. Sizi sevenlerin kıymetini ancak bu şekilde anlarsınız sevgili okur.

"Öleceğiz, ölümden bir şeyler umarak..."

9 Nisan 2014 Çarşamba

Dinlediklerim: Madrugada

Yazıma başlamadan önce, yeni aldığım bir kararı sizinle paylaşmak istiyorum sevgili okur. Bundan böyle -eğer başarabilirsem- her hafta size yeni bir müzik grubu ya da sanatçı tanıtmak istiyorum.

Rivayet olunur ki Madrugada Norveçli bir müzik grubuymuş. Beni grubun tarihçesinden, misyonundan vizyonundan ziyade bende uyandırdığı izlenimler ilgilendiriyor. Sizinle de bu izlenimlerimi paylaşmak istiyorum sevgili okur. Mevzu bahs olunan grubun bende uyandırdığı duygular faslına geçmeden önce Madrugada'nın en sevdiğim parçasını sizinle paylaşayım: Whats On Your Mind


Grubu ilk bu şarkısıyla tanıdım. Zaten diğer şarkılarını da bildiğim pek söylenemez. Hani insan bir şarkıyı çok sever de tekrar tekrar dinleyip sömürdüğü şarkılar olur ya işte bu şarkı da benim "sömürdüğüm şarkılar" kategorimde. Sözlerinin Türkçe'ye çevirisini vermeyeceğim. Lafı daha fazla uzatmadan konuya geçelim.

Bu şarkıyı dinlerken yağmurlu bir havada geceleyin araba kullanırken hayal ediyorum. Yolum uzun tabi. Dışarısı oldukça soğuk ve bu yüzden arabamın camları buğulu. Arabam da öyle çok yeni değil ama vazgeçilmezim olan klima mevcut. Arabamın klimasından sıcak hava yüzüme vuruyor ve hafiften mayışıyorum. Bir benzinlikte durup çay alıyorum ve yoluma kaldığım yerden devam ediyorum.

Bunları bana hissettiren şey, şarkının rengi sevgili okur. Sizce de bu şarkı Amerikan filmlerindeki o eski model klasik arabalarda çalan şarkılara benzemiyor mu? Hollywood'dan alışık olsam gerek ki bende bu izlenimi uyandırdı. Şarkıyı sevmemdeki bir diğer faktör de vokalistin nezleli sesi. Sizi bilmem de ben nezleli sese hayranım. Şarkının sizde uyandırdığı izlenimleri benimle paylaşırsanız çok bahtiyar olurum sevgili okur. Yorumlarınızı esirgemeyin lütfen...

8 Nisan 2014 Salı

Yalan!

Yalan sevgili okuyucum yalan! Hepsi yalan! Sen yalan, ben yalan, biz yalan ama onlar gerçek!

Bu sert girişimin sebebi bugünkü hissiyatımdır sevgili okur. Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencisiyim ve pedagojik formasyon bizim yarayan kanamız. Çünkü o belge olmadan öğretmen olamıyoruz. Ben şu an okuduğum bölüme girdiğimde okurken veriliyordu bu meret. Daha sonra Eğitim Fakülteleri'nin ısrarıyla bu hak elimizden alındı. Şimdi ne mi yapacağız? İnanın kimse bilmiyor sevgili okur...

Anayasanın ikinci maddesinde: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir." ibaresi yer alır. Madem bu devlet sosyal bir hukuk devleti nerede o zaman benim kazanılmış hakkım?

Önceden Fen-Edebiyat Fakülteleri'nin amacı öğretmen ve bilim adamı yetiştirmekmiş. Daha sonra öğretmen yetiştirme görevi Eğitim Fakülteleri'ne verilmiş. Bize sadece bilim adamı olmak kaldı. Ülkemiz öyle gelişmiş bir ülke ki dört bir bucağında bilim adamı ihtiyacı var(!). Bu yüzden olmalı ki her üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi var ve her sene bu fakülteler en az 60 mezun veriyor...

İlk cümleme geri dönmek istiyorum. Hepimiz yalanız sevgili okur. Ama onlar her zaman gerçek. Çünkü onlar yönetici. Onlar ne derse o olur. Onlar süründürmeyi çok sever. Ve biliyor muydunuz sevgili okur, bu ülkenin yazılı olmayan yasaları varmış. Ben de yeni öğrendim bunu. Mesela bu yasalardan biri de şuymuş: "Devletin her kademesinde resmi işler ağır ilerlemelidir".

Çok iyiyiz sevgili okur çok!.. Gelişmiş bir ülkeyiz biz. Çünkü gelişmiş ülkelerde yasalar harfiyen uygulanır. Bugün bir devlet dairesine gidin sizi oradan oraya koştururlar. Kanun böyle çünkü. Avrupa Birliği bizim gibi bir devleti neden üye yapmaz anlamıyorum. Öyle bir devlet ki bu devlet, durmaksızın bilim adamı yetiştiriyor...

Eğitim Fakülteleri de çok düşünceli. Öğretmenlik önemli bir meslekmiş. Doğru. O yüzden de formasyon eğitimi kısa sürede verilemezmiş, eğer verilirse öğretmenlerin kalitesi düşermiş. Kendileri çok kaliteli eğitim verdikleri için formasyon almış olan Fen-Edebiyat mezunu öğrencileri, kendi öğrencilerine kıyasla KPSS'de daha fazla atanıyorlar. Çok kaliteli eğitim vermişler ki o yüzden kendi öğrencileri atanamamış demek ki...

Yalan sevgili okur! Her şey yalan! Eğitim Fakülteleri'nin amacı kendi öğrencilerinin önünde biz Fen-Edebiyatlılar engel oluşturuyoruz ondan. Anayasa da yalan. Ne sosyal hukuk devleti?! Daha tam anlamıyla devlet bile değiliz biz kaldı ki sosyal bir hukuk devleti olalım.

Sözü daha fazla uzatmayacağım sevgili okur. Gördüğümüz rüyalar, bu ülkeden daha gerçek!..

4 Nisan 2014 Cuma

Benim Bir Arkadaşım Var

Benim bir arkadaşım var sevgili okur. Evet, aslında hepimizin vardır. Benim arkadaşım; sevgili okur, benim arkadaşım çok kalender bir insan. Bilmiyorum daha önce birilerine kazık atmışlığı var mı ama sanırım bana atmaz. Niye biliyor musun sevgili okur? Çünkü çok temiz bir insan.

Okulda bir kızı beğenmiş, eklemiş, kız da kabul etmiş. Çoğu zaman facebook'tan konuşuyorlar. Geçenlerde kız bizimkine mesaj atmış "Napıyosun?" diye bizimki cevap verememiş. Çünkü o kız ona göre çok güzelmiş, aşık olunası bir kızmış. Ondan beklenmezmiş böyle bir şey.

Zannımca kızın gönlü var da bizimkinde icraat yok. Bugün öğrendim bu olayı. Sözünü bitirir bitirmez dedim ki:

- E oğlum, git buluş kızla. Karşılıklı oturun, iki kelam edin?!

- Yok aga, ben yapamıyorum öyle şeyler.

- Lan ne var?! Git bi mekana otur. Hemen bi tane sigara yak, heyecanını alır. Sonra hal hatır sorarsın, oradan bi konu açarsın sonrası kendiliğinden gelir.

- Aga, işte ben kendimi biliyorum, olmaz o iş...

İşte böyle bir insan benim arkadaşım. Vakti zamanında biz birinci sınıfken, - hemen hemen dört yıl olmak üzere - birini sevdi bizimki. İlk başlarda iyi gidiyordu. Ne olduysa sonra oldu zaten. Platonik aşkın tadını alınca müptelası oldu. Ne zaman bu konular açılsa hep şöyle der:

- Benim uzaktan sevebileceğim bi hatun olsun ama bana pas vermesin, süründürsün. İçki, sigara içtiğimde içtiğimin tadına varayım...

Bu sözlerine bakıp da salak bellemeyin sakın sevgili okur! Çok kültürlü bir insandır kendisi. Canınız sıkılırsa eğer yanınızda olmasını istediğiniz sayılı insanlar sınıfına mensuptur. Her konuda konuşacak bir şeyi vardır. Renkli bir insandır aynı zamanda.

Benim bir arkadaşım daha var sevgili okur. O, okulu dondurdu. KPSS Ortaöğretim'e hazırlanıyor şimdi. Yine aynı zamanda (biz birinci sınıfken) o da bir kız sevmişti. Ama onun durumu en kötüsüydü. Kızın sevgilisi vardı, buna olmaz dedi. Ama diğer taraftan da umut vermeye devam etti. Sevgilisiyle ayrıldı kız. Bizimki vakit benim vaktimdir dedi kızla tekrar arayı ısıtmaya başladı. Bizimki aşkından Mecnun oldu. Her gün içiyor, derslere girmiyor, okula da kızı görmek için geliyor. Kız, o kadar umut verdikten sonra yine olmaz dedi. Bizimki paramparça oldu. E haklı tabi. O kadar konuş, buluş sonra olmaz de...

Ben oldum son sınıf ama bu arkadaş hala ikinci sınıftan ders alamadı. Gerçi bırak ikinci sınıfı, bu yaşadıklarından da ders alabilmiş değil. Hala yine olsa yine yaparım diyor. İşte şimdi ailesine yük olmamak için KPSS'yi kazanıp kendi ayaklarının üstünde durmak istiyor. Anladı iş işten geçtiğini...

İşte böyle adam gibi arkadaşlarım var sevgili okur. Belki de dünya üzerinde yaşayıp, bunları hak etmeyecek iki adam... Eğer sizin de benim arkadaşlarıma yapılanları  yapacak arkadaşlarınız varsa söyleyin çeksinler pis ellerini temiz insanların üstlerinden. Bu devirde kaç kişi kaldı ki bunlar gibi sevebilecek adam?! O yüzdendir ki sevgili okur, karaktersiz insanları öldürmeyi vicdan meselesi yapmayın. Çekin tetiği cehennemin dibine gitsinler.

31 Mart 2014 Pazartesi

"Kuyucaklı Yusuf" Üzerine

Kuyucaklı Yusuf ile aslında hemşehriyiz. Ben Kuyucak'ta büyüdüm ve ailem hala orada ikamet etmektedir. Bunca zamandır bu romanı okumamak benim ayıbımdır. En nihayetinde romanı okuma amacıma ulaştım.

Çok değil, bundan iki ay kadar önce diye tahmin ediyorum. Albert Camus'un Yabancı adlı romanını okumuştum. Yazımın ileriki bölümlerinde içeriğinden bahsedeceğim fakat Kuyucaklı Yusuf'u okumamış olan varsa tavsiyem önce Yabancı'yı okumasıdır.

Kuyucaklı Yusuf, edebiyatımızda taşraya yönelik ilk toplumsal gerçekçi bakış özelliğiyle dikkatimizi çekiyor. Aynı zamanda Yusuf, edebiyatımızın en lirik karakterlerinden biri. Romanda, yetim bir çocuk olan Yusuf'un hayatının bir dönemi anlatılıyor.

Roman Kuyucak'ta başlayıp daha sonra Edremit'te devam ediyor. Yusuf'un memleketinden uzak kaldığı bu dönemde normal bir insandan farklı psikolojide olduğunu görüyoruz. Eğer Yusuf'un psikolojisini başka bir romanın kahramanına benzetecek olursak aklımıza ilk gelen Meursault olur. Kuyucaklı ile Meursault'un benzer yönlerini karşılaştıracak olursak;

- Her iki kahraman da içinde yaşadığı toplumun bireylerine karşı nötrdür. Onlarla yakınlık kurmazlar. Meursault'un roman boyunca kurduğu yegane arkadaşlık cinayet işlediği bölümdeki karakterlerdir. Yusuf da önceden bir iki arkadaşa sahip olmasına rağmen hiçbiriyle samimiyet derecesine ulaşamamıştır.

- Her iki kahraman da konuşmayı pek sevmez. Yusuf, Muazzez'le evliyken, onu çok sevmesine rağmen konuşmaktan çok sessiz kalıp onun gözlerine bakmayı yeğlemiştir. Meursault da kendine sorulan soruları baştan savarcasına kısa cevaplarla cevaplardı.

- Kuyucaklı ile Meursault da dikkat çeken diğer bir benzerlik, iç dünyalarında hissettikleri boşluktur. Yusuf bu boşluğun farkındadır ve Muazzez'e aşık olmasına rağmen, aşk duygusu onun içindeki bu boşluğu kapatamaz ya da aşkı ona yaşama sevinci vermez. Meursault da yaşadığı hayattan ne nefret eden ne de içi yaşama sevinci dolu olan bir karakterdir.

- Kahramanların ölüme karşı hisleri de aynıdır. Yusuf 9-10 yaşlarında ailesinin gözü önünde katledilmiş olmasına rağmen ağlamamış, sakinliğini korumuştur. Üvey babası Selahattin Bey'i sevmesine rağmen, onun öldüğü bölümde yine ağlamamış, sakinliğini korumuştur. Bu bölümde bir üzüntü belirtisi olarak, Sarı Müezzin'in, Selahattin Bey'in salasını verdiği zaman içinde duyduğu ürpertiyi söyleyebiliriz. Meursault da öz annesinin ölüm haberini aldığında ağlamamış, ölüm haberi onu etkilememiştir. Zira annesinin tabutunun başında beklerken sigara yakıp, kendine ikram edilen kahvenin tadının beğendiği bölüm annesinin ölümünden daha çok yer tutmuştur. Zaten bu olay onun yargı sürecinde başına bela olmuştur. Ayrıca Meursault'u bu açıdan Kuyucaklı ile karşılaştırmamı saçma bulanlar olabilir. Çünkü o, bu hissizliği cinayet işledikten sonra da hissedecektir. Ama bu aşırılık romanın savunduğu tez ile açıklanabilir. Fakat bu konudaki tek ayırt edici nokta şudur: Yusuf, Muazzez'in ölümünden sonra ağlamıştır.

- Meursault'un tanrıya inanmadığı açıkça belirtilmiştir fakat Kuyucaklı'da böyle bir şey belirtilmemiş olmasına rağmen, onun din ile ilgili herhangi bir eyleminden -Selahattin Bey'in cenaze namazına katılması hariç- bahsedilmemiştir

Bu iki karakterin farklı olan taraflarından dikkat çeken bazı noktaları da sıralamak gerekirse;

- Yusuf, Meursault'a göre daha romantik bir karakterdir. Zira o, sevdiği kadının yaptıklarının cezasını Muazzez'e değil, onun annesine keser. Ayrıca namus ve şeref olguları yüzünden cinayet işleyebilen bir kahramandır. Meursault böyle bir durumla karşı karşıya kalmamıştır ama o böyle bir durumda olsaydı, her şeyde olduğu gibi yine hissizce davranacağını düşünmek yanlış olmazdı diye düşüyorum.

- Yusuf, Meursault'a göre ahlak ve toplum kurallarına daha bağlı bir karakterdir. Kız kardeşini koruyup kollar. Çocukluk anıları anlatılırken, mahallenin çocuklarından biri ona laf ettiğinde çocukla kavga etmiş, onu dövmüştür.

Daha detaylı bir karşılaştırma, okumayanlar varsa onların heyecanını keseceği için yazımı burada sonlandırıyorum sevgili okur. Kalemim yettiğince, okuduğum bazı romanları sizin için inceleyeceğim.




30 Mart 2014 Pazar

Öylesine Bir Hikaye

Bursa'nın arka sokaklarındaki bir meyhaneden çıktım. Yağmur yağıyordu, paltomun yakalarını kaldırdım. Yağıyordu yağmur, ne yapmalıydım? Ana avrat küfrettim. Altıparmak'tan Heykel'e doğru yürüdüm. Aslında evimden çok uzaktaydım ama yürüdüm. Kaymakamlığın önündeki bir bankta oturan adamın yanına vardım.

- Hoşgeldin dedi adam. 

 - Aleykümselam dedim.

- Bak dedi, yağan yağmura bak! Bu mevsimde her zaman böyledir dedi Bursa. Sabahtan güneş gösterir, akşam kahpe bir kadın gibi yağmur yağdırır dedi. Olsun dedi, olsun be usta dedi. Benim bir evim var dedi. Bir karım iki de çocuğum dedi. Evin yoksa benimkini satayım dedi. Mis gibi küf kokar, rutubet kokar dedi. Açlık kokar, sefalet kokar dedi. Adam dedi, ben dinledim...

- Yok dedim. Param da yok, evim de yok dedim. Aslında bir evim var dedim. Ama benim değil, uzakta, çok uzakta dedim. Yeni ev arıyorsan benim evi vereyim dedim. Benim evim de mis kokar. Dert kokar, tasa kokar. Daha çok sigara kokar dedim. Bak dedim. Yaşamak ne güzel, ıslanmak dedim, güzel... Evine git, karının çocuklarının yanına git, ıslana ıslana git dedim. Ben dedim, adam dinledi...

- Yok dedi. Gitmeyeceğim.

- Ben gideceğim dedim. Evime değil ama, Heykel'e dedim. Selamlaştık gittim...

Heykel'de koca bir tiyatro var. Onun önünde durdum. Bir köpek vardı, yanına gittim.

- Bak dedim Çomar, baktı. Sen köpeksin, ben insanoğlu dedim. Yaratıldığımız günden beri sen dört ayak üstünde yürüdün, bana kulluk ettin, benden yemek bekledin verdim. Bazen de vermedim, gittin kendin buldun. Ama dedim, Aramızdaki tek fark benim iki ayağım var, senin dört. Aslında ikimizde köpeğiz dedim. Demin bir adamla tanıştım dedim. Parası yokmuş, fukaraymış. O da köpek dedim. O da üç kuruş için köpek gibi çalışıyor dedim. İşten atılmayayım diye üstlerinin köpekliğini yapıyor dedim. Ben dedim, Çomar dinledi...

- Ben dedim, Yeşil'e gideceğim dedim. Ses vermedi...

Yağmur biraz hafiflemişti, hafiflemişti yağmur. Kudretten bahseden tarihimizin, Bursa'da kendini belli ettiği sayılı mekanlardan birine, Yeşil'e varmıştım. Baktım, gençten bir çocuk gördüm, yanına gittim. Cigara çekiyordu çocuk.

- Afiyet olsun dedim. Cevap vermedi. Bir müddet sustu. Sonra:

- İnsan dedi bey amca, insan tütünün, esrarın bağımlısı olmaz dedi. İnsan huzurun, mutluluğun bağımlısıdır aslında dedi. Eğer bu ikisi yoksa, esrar olur, tütün olur dedi. Bak dedi Yeşil'i gösterdi. İşte dedi, elindeki kalın sarılmış cigarayı göstererek bunu burada içmemin nedeni, burada içince daha huzurlu oluyorum dedi. Çocuk dedi, ben dinledim...

- Bak delikanlı dedim. Baktı. Haklısın dedim. Başka bir şey diyemedim, haklıydı. İnsan en çok mutluluğun ve huzurun bağımlısıydı, doğruydu. Allah'a ısmarladık dedim gittim.

Yağmur bir daha ki kahpeliğine kadar ar, namus hırkasını giymişti, kesilmişti yağmur. Karayolu'na çıktım. Üst geçitten karşıya geçip ilk otobüs seferleri başlayıncaya kadar eve doğru yürüyecektim. Karşıya geçtim, yürümeye başladım. Sol kolumu çevirip saate bakacaktım. Gökyüzünde tabak gibi görünen ay, saatime yansıdı zor seçebildim. Tamı tamına 36 dakikadır yürüyordum. İleride bir kadın gördüm, yanına gittim.

- Hayırlı işler olsun dedim.

- İşler kesat dedi. Bu gece siftah bile yapamadım yakışıklı dedi. 

Uzunca bir müddet kocasına küfretti. Başka bir kadına kaçıp, çocuğuyla nikahlı karısını yüzüstü bırakıp gitmiş. Kadın fabrikada üç kuruş para kazanıp, geçimini sağlamaya çalışırken güzelliği başına bela olmuş. Adi patronu kadına tecavüz etmiş, adı da çıkınca kadıncağıza ne iş veren olmuş ne iki kelam hoş laf edeni kalmış. Çareyi toplumun kendine yapıştırdığı mesleği icra etmekte bulmuş.

- Orospuyum ben yakışıklı dedi. Benden uzak dur dedi. Mazallah benden namussuzluk bulaşır sana dedi. Bana da patronum olacak şerefsizden bulaştı dedi. En büyük hastalık dedi. Patronum benden daha namuslu dedi. Bana ondan geçti ama onun hamurunun mayası bu olmasına rağmen, o benden daha namuslu dedi. Orospu dedi, ben dinledim...

- Bak dedim. İşin dünyanın en eski mesleği dedim. Bir asker arkadaşım vardı, tarih öğretmeniydi, o demişti bunu dedim. Aslında insan orospu olmaz dedim. İnsan ikiyüzlü olur, aşağılık olur, riyakar olur dedim. Hayat orospu dedim, sistem orospu dedim. Sana orospu diyen, mahalle karıları, kahvede sabahtan akşama kadar oyun oynayan erkekler orospu dedim. İnsanın kanını emen bu kapitalist düzen orospu dedim, huzuru, mutluluğu bir insana çok gören hayat orospu dedim. Kula kulluk eden orospu dedim. Üzülme dedim. Ben dedim, orospu dinledi...

Tekrar hayırlı işler diledim, yoluma devam ettim. Uzunca bir süre saate bakmadan yürüdüm. Tan yerinin ağarmasını fırsat bilip, ekmeğinin peşine düşen insanların işkence saatleri yaklaşıyordu. Emindim ki evinden alelacele çıkıp, boyunlarına kumaştan zincirlerini geçiren memurlar evlerinden çıkmak üzereydiler. Otobüs seferleri başlamıştı. Evimin bulunduğu semte giden bir otobüse bindim. Evime vardığım gibi üstümü değiştirdim ve halihazırda beni bekleyen soğuk yatağıma girdim. Ben yazdım, okuyucum/okuyucularım okudu. Ben anlattım, onlar sabırla dinledi...

29 Mart 2014 Cumartesi

Yanlış İfade

Türkçe'nin tarihine bakıldığında en eski metin olarak kabul gören eser; Orhun Kitabeleri'dir. Ama ben Türkçe'nin bundan daha eski bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü Orhun Kitabeleri'nde kullanılan dil tamamen edebiyat dilidir. Bir dilin en eski döneminde o dil, bu kadar kullanışlı ve estetikse o dilin gelişmiş bir dil olduğunu ifade eder.

Kitabelerde oldukça akıcı, yalın ve söz öbekleriyle (deyimler ve ikilemeler) kullanılan bir dil vardır. Didaktik bir yapısı var kitabelerin. Yöneticiler adeta halka hesap veriyor. Ki bu da sosyal devlet anlayışının olduğunu gösterir.

Bu yazıya başlama amacım kitabelerin özellikleri ya da Türkçe'nin tarihi gelişimi değil. Yukarıdaki iki paragrafın amacı sadece yumuşak bir giriş içindir. Sözü uzatmadan sebeb-i telif'e geçeyim:

Bundan yarım saat önce annemle konuştum. Bana bir olay anlatırken yanlış bir ifade kullandı ve bu da olayın seyrini, dinleyicide -yani bende- tam tersi şekilde değiştirdi. Annem konuşurken "son dakika gölü attı" dedi. Zaten deyim yanlış kullanıldı. "attı" değil "yedik" olacaktı. Konuşmamız acayip bir hal aldı. Çünkü anlatılmak istenilen şey yanlış anlaşılmıştı ve bu hatanın nedeni dinleyicide değil anlatıcıdaydı.

Türkçe zengim bir dildir. Bunu bir klişe olarak söylemiyorum. Gerek yazımın başında belirttiğim özellikler gerek dilimizdeki deyim ve atasözü sayısı, ikileme türetimi, kelime türetimi gibi yapısal özellikler oldukça fazla. İletişimin kopmaması için söylediklerimize dikkat etmeliyiz. Türkçe esnek bir dil ve bu özelliği yüzünden kelimeleri ve kelime gruplarını doğru kullanmak gerekir.

Ve siz, değerli okuyucum/okuyucularım bunu bir nasihat olarak değil, bir rica olarak görmenizi rica ediyorum...

21 Mart 2014 Cuma

Nevruz

Bu başlığı atmamın temel nedenlerinden biri bugünün tarihinin önemidir sevgili okurum. Bugün 21 Mart, yani ekinoks tarihi. Coğrafya derslerinde gördüğümüz, Kuzey Yarım Küre'de şöyle Güney Yarım Küre'de böyle diye ezberlediğimiz tarihlerden biri. Bildiğiniz şeyleri size tekrardan anlatmayıp direk konuya gireceğim.

Bu tarihin önemi, bahar mevsiminin gelişi sayılmasıdır. Binlerce yıllık Türk Kültürü'nde bugünün önemi ayrıdır. Bunu tamamen 21 Mart olarak düşünemeyiz tabi ki. Osmanlı'da üç resmi bayram vardı. Biri Ramazan Bayramı, ikincisi Kurban Bayramı, üçüncüsü de Nevruz Bayramı'ydı. Peki nedir nevruz?

Nevruz, kelime anlamına bakacak olursak, Farsça kökenli birleşik bir kelimedir. Nev, yeni; ruz ise gün anlamına gelir yani "Yeni gün". Kış mevsiminin bitip, bahar mevsiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Hala günümüz Türk Devletleri'nde çeşitli adlarla bu bayram kutlanmaktadır.

Bütün Türk Dünyası için bu günün özel addedilmesinin sebebi, Türk Destanları'ndan biri olan Ergenekon'daki bir olaydır. Destanın sonlarında Ergenekon adındaki demir dağın eritilerek Türk ırkının kurtuluşu yer alır. Ve bahsi geçen bu gün bayram olarak kutlanır. Orta Asya Türk Devletleri bu günde çeşitli etkinlikler yapar. Ekinlerine bakarlar, ekinleri arasındaki otları temizlerler, bugünü coşkuyla kutlarlar, eğlenceler, şenlikler yaparlar falan... Peki bizim aklımıza nevruz denince ne gelir?

Sizi bilmem ama bundan beş altı yıl önce nevruzun kötü bir şey olduğunu düşünürdüm. Haber bültenlerinde gördüğüm kadarıyla, terör yanlısı insan artıklarının araba tekerlerini yakıp üstünden atlamaları, polise taş, molotof vb... nesneler atarak kamu düzeninini bozmaya çalıştıkları sahneler aklıma gelirdi. Halbuki bu durum onları uzaktan yakından ilgilendirmeyen bir durum. Binlerce yıllık Türk geleneği olmasına rağmen hala bir çoğumuz, nevruzun bizim öz kültürümüzün bir parçası olduğundan bi-haberdir belki de...

Bugünün önemi; kılıçtan geçirilerek yok edilmeye çalışılan bir milletin kaçıp, sarp dağlarla çevrili bir bölgede yeniden türeme, soyunu devam ettirme çabasıdır. Bu yüzden de nevruz Türk Milletleri için önem arz eder. Diğer Türk Milletleri'nden daha önce bağımsızlığımızı kazanmış, onlardan daha iyi durumda olmamıza rağmen kendi kültürümüzü unutmaya başlıyoruz. Belki de Türk Dünyası içinde bunun gibi önemli olaylardan habersiz olan tek devlet biziz.

Kendi kültürümüzün parçası olan bu günü ite, köpeğe kaptırmamak için halkımızda bilinç uyandırmalıyız. Ve sevgili okurum: Sözlerimden; benim faşist, ırkçı ya da insanları sınıflarına göre ayıran biri olarak düşünmemenizi sizden rica ederim. Çünkü bütün Ortadoğu milletlerine sempatim vardır. Sadece bu ülkeyi bölmeye çalışan, terörist köpeklere tahammülüm yok. Sizin bu ayrımı iyi yapacağınızdan herhangi bir şüphem de yok. Nevruz Bayramımız kutlu olsun!

19 Mart 2014 Çarşamba

Kalıtım

Bugün yeni bir şey öğrendim rüyalarla ilgili. Ben çok rüya gören biriyim ve bu öğrendiğim şey de rüyalarımda sıkça rastladığım bir olay. Rüya denince aklımıza bilinçaltı geliyor değil mi? İşte bu öğrendiğim şeyi duyunca siz de en az benim kadar şaşıracaksınız.

Rüya dedim de aklıma Inception geldi şimdi. Hani bir sahnede karakter uyanmak için irkilmek, düşme hissinin yaşanması gerekir diyordu? Öğrendiğim bu şey de bununla doğrudan alakalı. Neyse sözü daha fazla uzatmadan konuya girelim:

Hemen hemen hepimiz rüyalaramızda bir yerlerden düşeriz ve tam yere çarpacakken uyanırız. Hiç düşündünüz mü neden tam o anda uyanırız diye? Ben düşünmemiştim. Bunun nedeni ta ilk insanlara, atalarımıza dayanıyormuş. İnsanoğlu avcılık-toplayıcılık döneminde; hocalarımızın bahsettiği, insanların o ağaç kovuklarında, tepelerinde yaşadığı dönemler hani? İşte o zamanlarda insanlar uyurken ya da herhangi bir nedenle ağaçtan düşerlermiş. Bu kaza sonucunda ya ölüm ya da sakat kalırlarmış. Dönemin şartları hayal edildiğinde -ki insanoğlu o zamanlar doğayı katletmeyi daha keşfetmemiştir- ağaçların şimdiye göre daha büyük olması normal. İnsanların ağaçtan düşerken yaşadıkları bu tecrübe RNA'lar dolayısıyla nesilden nesile aktarılıp bugünlere gelmiş. Yani rüyamızda gördüğümüz şey, aslında atalarımızın edindiği tecrübeymiş.

Bunu, yazılarımın konularının farklı olmasını istediğim için yazdım. Tabi bir de öğrendiğim bu bilginin beni hayrete düşürmesinin etkisi de yok sayılamaz. Ama düşünüyorum da sürekli şikayet yerine arada böyle yazılar da yazmalıyım. Haddizatında okuyucum velinimetimdir, onu hoş tutmak gerekir diye düşünüyorum. Bu düşüncemle ilgili olumlu/olumsuz görüşlerinizi bekliyorum...

18 Mart 2014 Salı

Der medh-i Murat Menteş

Bu sefer çok farklı bir giriş yaptım, farkındayım. Sebebi ise yüzyıllık bir gelenek. Divan Edebiyatı'nın yazılı eserlerinden olan -adını da buradan almıştır- divanların başlıkları Farsça yazılırmış. Ben de bu yüzden yazımın başlığını Farsça attım. Yani demek istiyorum ki: "Murat Menteş'e Övgü"

Kitap okumayı severim ama maymun iştahlıyım. Senenin belli dönemlerinde farklı türlere yönelirim. Ama bu dönemlerde hummaya kapılmış gibi olurum. Mesela bundan bir kaç ay önce kitap okumaya sarmıştım. O ara üç dört kitabı çok hızlı okudum. Şimdi de filme sardım. Uzun bir süre de filmle devam ederim büyük ihtimalle. Tabi bu dönemlerde diğer türlerle münasebetim yok denecek kadar az olur. Böyle bir adamın takip ettiği yazarlar da değişkenlik gösterir tabi. Ama Murat Menteş'i bırakacağımı sanmıyorum.

Adını ilk defa bir arkadaşımın elindeki kitapta gördüm. Aynı zamanda da yazarın ilk kitabı: "Dublörün Dilemması". Tavsiye edildi ama uzun süre sonra dikkate aldım bu tavsiyeyi. Kitabı okuyup bitirdiğim gün, hemen diğer kitabını (Korkma Ben Varım) aldım. Yazarı bu kadar çok sevmemdeki etkenleri düşündüğümde, naçizane bir edebiyatçı gözüyle bir kaç faktör buldum. Onlar ne mi? Hemen söyleyeyim:

Yazarın karakter yaratımlarının adeta hastasıyım. Yazarın üç kitabının da kahramanları, karakterleriyle özdeş isimlere sahip. Dublörün Dilemması'nda Nuh Tufan, Nuh Tufanı'nı telmih etmekte ve karakterin hayatı Nuh Tufanı'yla aynı sayılabilecek derecede. Kişisel sorunları ve bu sorunların kahramanımızda bıraktığı etkiyi tarihteki bir olayla anca bu kadar açıklanabilirdi. Üçüncü romanının baş kahramanı Ruhi Mücerret de şayet öyle. Mücerret, Arapça bir kelime olup, -doğrusu mücerred'dir- soyutlamak, soyutlanmak, soyutlamış gibi anlamlara karşılık gelir. Zaten kahramanımız da ölmek isteyip de ölemeyen, ecelin bir türlü kendini bulmamasından yakınan bir Kurtuluş Savaşı Gazisi'dir.

Bir başka neden ise yazarın olayı kurgulaması. Bütün romanlarında olaylar hepimizin bildiği edebi akımların dışında gelişir. Onun romanları ne realisttir, ne sürrealisttir. Onun romanlarına koyabileceğimiz tek bir ad vardır -bence-, o da "büyülü gerçeklik"tir. Olaylar ne gerçeküstüdür, ne de hayatın bizzat kendisidir. Bu iki olgu onun kelimeleriyle iç içe girmiş bir şekildedir. Romanlarındaki olaylara ne gerçek diyebiliriz ne de olağanüstü diyebiliriz.

Üçüncü nedenimi de bir alıntıyla anlatmak istiyorum; Kelimelerin kullanılışı:
"Romancı Hakan Günday'ı andıran bir genç ile Yıldız Tilbe'ye benzeyen biri mağazaya benzer bir restoranta girerler. İçeride kimsecikler yoktur. Garip bir biçimde Yıldız Tilbe, Hakan Günday'a cilve yapar. Evet, eski Çin'de kızlar teklif ediyormuş. Hint Prensesi ile Elvis Presley'in gardrobundan giyinmiş Harun Tekin ortama sızar. Hakan Günday ile Yıldız Tilbe, Harun Tekin'i restoranın sahibi zannederler. Oysa azılı ifritlerden biridir. Nitekim bir yaba kullanarak Hakan Günday ile Yıldız Tilbe'ye hücum eder..."
Yukarıdaki alıntı, yazarın Ot Dergisi'ndeki bir yazısından. Ayrıca kitaplarından birinde gramer açısından Türkçe'nin ekleşmesine aykırı olan ama yazarın tarzına mükemmel derecede yakışan bir yapı gördüm. Tam olarak hatırlayamadım ama sonu şöyleydi: "... olsundu, o da öyle bir insandı." Dikkatinizi çekmek istediğim kelime "olsundu" yapısı.

Ve son olarak bende en çok hayret uyandıran kısmı açıklayacağım: Dublörün Dilemması'nı okurken bir sahne anlatıyordu yazar. O sahnede karakterin sigara içişini betimliyordu. Sonra da "Ve biricik okur, şu anda sizin de sigaraya uzandığınız gibi bir his var içimde" dedi ve ben tam o arada sigaramı yakmak için çakmağa uzanmıştım. Beni en çok etkileyen şey buydu. Hala daha bu olayı açıklayamam.

Bir gün, olur da onunla tanışma fırsatı bulursam; önce elimdeki bütün kitaplarını imzalatmak, daha sonra da oturup karşılıklı sohbet etmek isterim. Bu kitapların yaratılış sürecini, bunların altında yatan düşünceleri uzun uzadıya konuşmak isterim.

14 Mart 2014 Cuma

Ben hiç Kafka okumamıştım

"Bundan çok uzun zaman önceydi..." diye başlarsam inanmayın. Altı üstü bir ay kadar önceydi ilk defa Kafka'nın bir eserini okumam. Ben maymun iştahlı biriyim. Belli dönemlerde farklı farklı şeylere sararım. Bu bir ay önceki hevesim kitaptı, şimdiyse film. Her neyse...

İşte o dönemlerde elimdeki kitap bitmek üzereydi ve yeni kitap bakıyordum. Derken "çat!" diye karşıma çıktı Kafka'nın Dönüşüm'ü. Affetmedim, hemen aldım. Çünkü "Gregor Samsa bir sabah uyandığında..." diye başlayan cümleye aşinaydım. Gelgelelim Samsa'yla o güne dek tanışmamıştım. İnce bir kitaptı hemen bitti. Ama bir düşünce ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi, "Dönüşüm"...

Gregor Samsa, ailesinin geçimini üstlenmiş, kız kardeşini konservatuara göndermeyi düşünen, evinden çok uzakta olan bir iş yerinde üç kuruş maaşla çalışan bir genç. İşe gideceği bir sabah uyandığında kendini hamam böceğine dönüşmüş bir şekilde buluyor. Peki neden hamam böceği?

Kitabın sonunda, normalde kitapların başında görmeye alıştığımız bir önsöz var. Anlatım bozukluğu yaptım farkındayım. Zaten bu yazı kitapta "Sonsöz" diye belirtiliyor. "Sonsöz"de hamam böceği metaforunu açıklamış çevirmen. Daha önce belirttiğim gibi, Samsa'nın sorumlulukları altında ezilmenin verdiği hayat zorluğunun, hamam böceği formunda yaşamaktan çok daha zor olmasını açıklamak istemiş Kafka. Ve hepimizin hayatında taşıdığı sorumlulukları, insanın kendisinin taşıdığı bir parmaklık olarak görüyor yazar. Sizce de haklı değil mi?

Şimdi gelelim varsayım kısmına. Öncelikle elimizde rol model olması açısından, asgari ücretle çalışan bir baba figürümüz olsun. Bakmakla yükümlü olduğu iki çocuğu ve bir karısını da işin içine katalım. Malum, bu aile kiralık bir evde yaşar. Bir de büyükşehirde yaşasın ailemiz. Çerçevemiz hazır olduğuna göre resmimizi oluşturmaya başlayalım:
Babamız aldığı dokuz yüz küsur lira maaşın; ev kirası, faturalar, mutfak masrafı ve çoluk çocuğun ihtiyaçlarına kıt kanaat yettiğini görünce daha fazla mesai yapmaya başlasın. Karısının "Ben de bir işte çalışayım" demesine rağmen erkeklik gururunu devreye sokup izin vermesin. Çocukları arkadaşlarında gördüğü giyim giysi, telefon vesaire istesin ve babamız bunu alamasın. Ne kadar mesaiye kalırsa kalsın tutup da çocuğunun cebine maaşına yakın bir ücrette telefon alamaz. Ya da yüz - yüz elli liralık bir ayakkabı alamaz çocuğuna. Babamız kahrolsun, içi içini yesin. Ama ondan önce kapitalist sistem kahrolsun! Ota boka zam yapıp da maaşlara zam yapmayanlar kahrolsun!

Bu yazıyı yazmak şuradan aklıma geldi: Bugün bir iş görüşmesine gittim. İlanda "Gizli Müşteri" yazıyordu ve iş part time bir işti. Malum öğrenciyiz, üç beş kuruş gelir diye görüşmeye gittim. Oturduk, konuştuk derken işi anlattı. Gidilen yer başına para alınıyormuş, ellerindeki firmalar ünlü firmalarmış -ki gerçekten öyle- ve gönderdikleri yere gitmek zorundaymışım. Bunların içinde şehir merkeziyle arasında seksen ile yüz yirmi kilometre mesafe bulunan ilçeler de mevcut. Fiyat listesini gösterdiklerinde, listedeki her firma büyük ve ünlü. Sanmıyorum ki böyle bir iş için onlar rapor başına altı - yedi lira ücret ödesin. Eğer aldıkları bütçenin yarısından fazlasını işçilerine veriyorlarsa ben de bir şey bilmiyorum!

Ben oradayken bu işe başvuran bir kişi daha geldi. Benden üç beş yaş büyüktür tahminimce. İşsizmiş ve o işi ne kadar çok istediğini belirtti. Form doldurup kalktık. Formu mecburiyetten doldurdum aslında bu işi kabul etmiyorum deyip formu doldurmayabilirdim ama yapmadım. "Size geri dönüş yaparız" dediler ve yaptılar. Eve geldiğimde beni aradılar, yarın için bir firmanın adresini verdiler ama işi kabul etmedim. Büyük ihtimalle o arkadaşı almışlardır işe. İşte değerli okurum, insan sırtından para kazanmak bu kadar kolay, bu kadar basit.

Kafka'nın Dönüşüm'üne gelince, artık hamam böcekleri değiliz. Artık emilmekten, sömürülmekten zerre kadar kalmış bir hayvanız. Çok küçük olup da hala parazitlerinden kurtulamayan bir hayvan düşünün, işte biz artık o'yuz.

12 Mart 2014 Çarşamba

Ben hiç kötü adam olamadım!

Dünya... Güneş sistemi içinde üçüncü sıradaki gezegen. Üzerinde yedi nokta bilmem kaç milyar insanın yaşadığı yer... Ve bence bu insanların büyük çoğunluğu yavşak. Yedi milyar insanı düşündüm de sadece kendi hayatımda "yavşak" diyebildiğim en az on insan evladı var. Herkesin hayatında bu insan parçacıklarından vardır. Belki de ben bir başkasına göre "yavşak"ım. Kim bilir?..

Her neyse. Başlığımıza geri dönelim. Ben hiç kötü adam olamadım demiştim. Kısmen doğru, kısmen yanlış. Elbette benim de yanlış yaptığım şeyler olmuştur. Birine karşı bir hata yapmışımdır. İnsanız, çiğ süt emdik ama bazıları var ki -"orospu çocuğu" desem yine insan olurlar- dünya üzerindeki hiçbir dilde karşılıkları yok. Bu düşüncemde objektif olamayabilirim. Çünkü şu ana kadar yediğim kazıkların sayısı hayli fazla. Durum böyle olunca, bu konuda insan duygularını yok sayamaz.

Kötü adam olmayı ister miydim acaba? Sanırım isterdim. Elbet sizin de hayatınızın içine eden insanlar vardır. Sadece rollerinizi değişin. Siz ona karşı ne yaptınız ki arkasından sövmekten, beddua etmekten başka?.. Şimdi kötü adam olayına geri dönelim. Bu tanımdan kastım sağa sola zulmetmek değil, sadece kendi hayatımdaki adaleti sağlamak. Bir nevi Robin Hood'luk benimki. Zenginden çalıp fakire veriyor, biliyoruz. Ama çaldığı için suçlu sonuçta. Ama insanların sırtından para kazanıp, onların hakkını tayin etmeyen zenginlerden de halkın parasını geri alıyor diyebiliriz. Neyse felsefeyi filozoflara bırakalım. Benim istediğim de işte bu. Bana yapılanları, yapanlara geri ödetmek, yani intikam almak istiyorum.

Sinirlenince, aklıma bir dünya intikam, işkence sahneleri geliyor. Ama hangisini yapabildim bugüne kadar? Cevap: Hiçbirini. Bugün de bir şeye sinir oldum mesela. Mevzu bahs olunan şahsın kafasını baseball sopasıyla kırıp, cesedine karşı bir sigara yakıp içmek ve sigarayı kafatasının ayrılan kemikleri arasından beyninde söndürmek istedim. Ne kadar canice değil mi? Yoksa mükemmel bir plan mı? Hayır, canilikten başka bir şey değil bu.

Biz bunları anca filmlerde ya da hayallerimizde görürüz. Biz örf ve adetlere göre yetiştirildik. Biz her gelen misafirin -sevsek de sevmesek de- elini öptük. Topumuzu kesen, mahallenin yaşlı adamına/kadınına saygımızdan dolayı küfür bile etmedik. Biz, Avrupai kültürlerin etkisini milletimizde hissettiremediği, dejenere olmayan o son nesiliz. Velhasılı bizden kötü olmaz. Murat Menteş'in cümleleri hislerime tercüman olacak sanırım:
"...Fakir ama onurluyduk. Çünkü tarihimiz bize kudretten, zenginlikten bahsediyordu. Şarkılarda daima taptaze bir umut çınlıyordu. Felekle kapışıyor, çaresizliğe meydan okuyor, yer sofralarında yürekten şükrediyorduk..."* 
Şimdi durup düşündüm de ben hiç kötü adam falan olamam. Ben bildiğim gibi olayım, uslanmayayım hiç. Varsın millet kazık atsın bana. Onların da arkasından bir düzine küfür yakar, sonra zamanla olan biteni de unuturum. Hem zaman neleri unutturmadı ki?..

* - Murat Menteş, Korkma Ben Varım, s.82

11 Mart 2014 Salı

Ben hiç realist olamadım mesela!

Başlık çok mu iddialı geldi?.. Doğrudur, inanırım. Ama gerçekten de öyle. 

Kendimi bildim bileli hayal gücümün hudutlarında yaşadım. Hep olamayacağım şeyleri oluyordum. Babamın çok sık tekrarladığı bir sözü var: "İnsan hayalle yaşar". Nitekim de doğru. Standartlar ve rutin çarkları arasında ezilen hayatlar yaşıyoruz. Şimdi hanginiz bu tezimi çürütebilir?!

"Ben çürütürüm ulan!" diyen biri varsa şimdiki sorularıma cevap versin; Son zamanlarda canın çok sık sıkılmaya başlamadı mı? Yarını düşünmeden -ki yarından kastım ertesi gün değil- yaşadığın oldu mu? Çok istediğin bir şeye isteğin sönmeden sahip oldun mu? Bunlardan birine bile "Evet" dediysen gel dostum, aynı şeyleri düşünüyoruz.

Gelelim sebeb-i telif kısmına. Şimdi nerden esti bu yazıyı yazmak? Anlatayım: Arkadaşlarımdan birinin tavsiyesi üzerine "Rush" adlı filmi izledim. Cast geçmeye başlamıştı ki kendimi filmdeki Niki Lauda olarak hayal ederken buldum. Filmin konusu Formula 1 ve ben de F1 pilotuydum ama Niki'nin kaderini paylaşmaktan ziyade sadece kariyeri üzerine bina ettim hayallerimi. 

Sonra durdum ve kendime dedim ki: "Lan sen neden normal şeyler hayal etmiyosun? Ulan FM oynarsın, sonra gelir kendini yılda bilmem kaç milyon euro maaş alan bir teknik direktör olarak hayal edersin. İddaa oynarsın, çok büyük para kaldırıp hangi arabayı alacağının hayallerini kurarsın. Her gün başka bir meslek icra etmek istersin. Oğlum sen ne zaman realiteye katılacaksın?" Bu arada bir tane sigara yakmak isterdim tabi ama yakamıyorum. Çünkü uzun süredir sigarayı bırakmış bulunuyorum.

Sözde bugün uykumu alamadığım için normalden biraz daha erken yatacaktım. Sözde tabi... Uyusam uyurdum ama uykumu kaçıran bir kaç şey var. Hani demiştim ya dişli çarkları arasında sıkışıyoruz diye, işte sebep o. Sıkışan hep benim sadece zamanla birlikte dişliler değişiyor. Mezuniyete az kaldı ve malum, bundan sonra hayat bizi bekler. Onun sıkıntısı işte... Sınavdı, iş kaygısıydı, falandı, filandı...

Hayatımızda olmasını isteyip de olmayan çok şey var ki bu hayaller o yüzden inşa ediliyor. Zaten duygularımız ve hayallerimiz olmasa robotlardan ne farkımız kalır ki? Şimdi bu yazıyı yayınlayıp uyumaya çalışacağım. Uyuyuncaya kadar güllük gülistanlık hayallerden yeni bir tane kuracağım. Ve ben sanırım, kolay kolay realist olamayacağım...