31 Mart 2014 Pazartesi

"Kuyucaklı Yusuf" Üzerine

Kuyucaklı Yusuf ile aslında hemşehriyiz. Ben Kuyucak'ta büyüdüm ve ailem hala orada ikamet etmektedir. Bunca zamandır bu romanı okumamak benim ayıbımdır. En nihayetinde romanı okuma amacıma ulaştım.

Çok değil, bundan iki ay kadar önce diye tahmin ediyorum. Albert Camus'un Yabancı adlı romanını okumuştum. Yazımın ileriki bölümlerinde içeriğinden bahsedeceğim fakat Kuyucaklı Yusuf'u okumamış olan varsa tavsiyem önce Yabancı'yı okumasıdır.

Kuyucaklı Yusuf, edebiyatımızda taşraya yönelik ilk toplumsal gerçekçi bakış özelliğiyle dikkatimizi çekiyor. Aynı zamanda Yusuf, edebiyatımızın en lirik karakterlerinden biri. Romanda, yetim bir çocuk olan Yusuf'un hayatının bir dönemi anlatılıyor.

Roman Kuyucak'ta başlayıp daha sonra Edremit'te devam ediyor. Yusuf'un memleketinden uzak kaldığı bu dönemde normal bir insandan farklı psikolojide olduğunu görüyoruz. Eğer Yusuf'un psikolojisini başka bir romanın kahramanına benzetecek olursak aklımıza ilk gelen Meursault olur. Kuyucaklı ile Meursault'un benzer yönlerini karşılaştıracak olursak;

- Her iki kahraman da içinde yaşadığı toplumun bireylerine karşı nötrdür. Onlarla yakınlık kurmazlar. Meursault'un roman boyunca kurduğu yegane arkadaşlık cinayet işlediği bölümdeki karakterlerdir. Yusuf da önceden bir iki arkadaşa sahip olmasına rağmen hiçbiriyle samimiyet derecesine ulaşamamıştır.

- Her iki kahraman da konuşmayı pek sevmez. Yusuf, Muazzez'le evliyken, onu çok sevmesine rağmen konuşmaktan çok sessiz kalıp onun gözlerine bakmayı yeğlemiştir. Meursault da kendine sorulan soruları baştan savarcasına kısa cevaplarla cevaplardı.

- Kuyucaklı ile Meursault da dikkat çeken diğer bir benzerlik, iç dünyalarında hissettikleri boşluktur. Yusuf bu boşluğun farkındadır ve Muazzez'e aşık olmasına rağmen, aşk duygusu onun içindeki bu boşluğu kapatamaz ya da aşkı ona yaşama sevinci vermez. Meursault da yaşadığı hayattan ne nefret eden ne de içi yaşama sevinci dolu olan bir karakterdir.

- Kahramanların ölüme karşı hisleri de aynıdır. Yusuf 9-10 yaşlarında ailesinin gözü önünde katledilmiş olmasına rağmen ağlamamış, sakinliğini korumuştur. Üvey babası Selahattin Bey'i sevmesine rağmen, onun öldüğü bölümde yine ağlamamış, sakinliğini korumuştur. Bu bölümde bir üzüntü belirtisi olarak, Sarı Müezzin'in, Selahattin Bey'in salasını verdiği zaman içinde duyduğu ürpertiyi söyleyebiliriz. Meursault da öz annesinin ölüm haberini aldığında ağlamamış, ölüm haberi onu etkilememiştir. Zira annesinin tabutunun başında beklerken sigara yakıp, kendine ikram edilen kahvenin tadının beğendiği bölüm annesinin ölümünden daha çok yer tutmuştur. Zaten bu olay onun yargı sürecinde başına bela olmuştur. Ayrıca Meursault'u bu açıdan Kuyucaklı ile karşılaştırmamı saçma bulanlar olabilir. Çünkü o, bu hissizliği cinayet işledikten sonra da hissedecektir. Ama bu aşırılık romanın savunduğu tez ile açıklanabilir. Fakat bu konudaki tek ayırt edici nokta şudur: Yusuf, Muazzez'in ölümünden sonra ağlamıştır.

- Meursault'un tanrıya inanmadığı açıkça belirtilmiştir fakat Kuyucaklı'da böyle bir şey belirtilmemiş olmasına rağmen, onun din ile ilgili herhangi bir eyleminden -Selahattin Bey'in cenaze namazına katılması hariç- bahsedilmemiştir

Bu iki karakterin farklı olan taraflarından dikkat çeken bazı noktaları da sıralamak gerekirse;

- Yusuf, Meursault'a göre daha romantik bir karakterdir. Zira o, sevdiği kadının yaptıklarının cezasını Muazzez'e değil, onun annesine keser. Ayrıca namus ve şeref olguları yüzünden cinayet işleyebilen bir kahramandır. Meursault böyle bir durumla karşı karşıya kalmamıştır ama o böyle bir durumda olsaydı, her şeyde olduğu gibi yine hissizce davranacağını düşünmek yanlış olmazdı diye düşüyorum.

- Yusuf, Meursault'a göre ahlak ve toplum kurallarına daha bağlı bir karakterdir. Kız kardeşini koruyup kollar. Çocukluk anıları anlatılırken, mahallenin çocuklarından biri ona laf ettiğinde çocukla kavga etmiş, onu dövmüştür.

Daha detaylı bir karşılaştırma, okumayanlar varsa onların heyecanını keseceği için yazımı burada sonlandırıyorum sevgili okur. Kalemim yettiğince, okuduğum bazı romanları sizin için inceleyeceğim.




30 Mart 2014 Pazar

Öylesine Bir Hikaye

Bursa'nın arka sokaklarındaki bir meyhaneden çıktım. Yağmur yağıyordu, paltomun yakalarını kaldırdım. Yağıyordu yağmur, ne yapmalıydım? Ana avrat küfrettim. Altıparmak'tan Heykel'e doğru yürüdüm. Aslında evimden çok uzaktaydım ama yürüdüm. Kaymakamlığın önündeki bir bankta oturan adamın yanına vardım.

- Hoşgeldin dedi adam. 

 - Aleykümselam dedim.

- Bak dedi, yağan yağmura bak! Bu mevsimde her zaman böyledir dedi Bursa. Sabahtan güneş gösterir, akşam kahpe bir kadın gibi yağmur yağdırır dedi. Olsun dedi, olsun be usta dedi. Benim bir evim var dedi. Bir karım iki de çocuğum dedi. Evin yoksa benimkini satayım dedi. Mis gibi küf kokar, rutubet kokar dedi. Açlık kokar, sefalet kokar dedi. Adam dedi, ben dinledim...

- Yok dedim. Param da yok, evim de yok dedim. Aslında bir evim var dedim. Ama benim değil, uzakta, çok uzakta dedim. Yeni ev arıyorsan benim evi vereyim dedim. Benim evim de mis kokar. Dert kokar, tasa kokar. Daha çok sigara kokar dedim. Bak dedim. Yaşamak ne güzel, ıslanmak dedim, güzel... Evine git, karının çocuklarının yanına git, ıslana ıslana git dedim. Ben dedim, adam dinledi...

- Yok dedi. Gitmeyeceğim.

- Ben gideceğim dedim. Evime değil ama, Heykel'e dedim. Selamlaştık gittim...

Heykel'de koca bir tiyatro var. Onun önünde durdum. Bir köpek vardı, yanına gittim.

- Bak dedim Çomar, baktı. Sen köpeksin, ben insanoğlu dedim. Yaratıldığımız günden beri sen dört ayak üstünde yürüdün, bana kulluk ettin, benden yemek bekledin verdim. Bazen de vermedim, gittin kendin buldun. Ama dedim, Aramızdaki tek fark benim iki ayağım var, senin dört. Aslında ikimizde köpeğiz dedim. Demin bir adamla tanıştım dedim. Parası yokmuş, fukaraymış. O da köpek dedim. O da üç kuruş için köpek gibi çalışıyor dedim. İşten atılmayayım diye üstlerinin köpekliğini yapıyor dedim. Ben dedim, Çomar dinledi...

- Ben dedim, Yeşil'e gideceğim dedim. Ses vermedi...

Yağmur biraz hafiflemişti, hafiflemişti yağmur. Kudretten bahseden tarihimizin, Bursa'da kendini belli ettiği sayılı mekanlardan birine, Yeşil'e varmıştım. Baktım, gençten bir çocuk gördüm, yanına gittim. Cigara çekiyordu çocuk.

- Afiyet olsun dedim. Cevap vermedi. Bir müddet sustu. Sonra:

- İnsan dedi bey amca, insan tütünün, esrarın bağımlısı olmaz dedi. İnsan huzurun, mutluluğun bağımlısıdır aslında dedi. Eğer bu ikisi yoksa, esrar olur, tütün olur dedi. Bak dedi Yeşil'i gösterdi. İşte dedi, elindeki kalın sarılmış cigarayı göstererek bunu burada içmemin nedeni, burada içince daha huzurlu oluyorum dedi. Çocuk dedi, ben dinledim...

- Bak delikanlı dedim. Baktı. Haklısın dedim. Başka bir şey diyemedim, haklıydı. İnsan en çok mutluluğun ve huzurun bağımlısıydı, doğruydu. Allah'a ısmarladık dedim gittim.

Yağmur bir daha ki kahpeliğine kadar ar, namus hırkasını giymişti, kesilmişti yağmur. Karayolu'na çıktım. Üst geçitten karşıya geçip ilk otobüs seferleri başlayıncaya kadar eve doğru yürüyecektim. Karşıya geçtim, yürümeye başladım. Sol kolumu çevirip saate bakacaktım. Gökyüzünde tabak gibi görünen ay, saatime yansıdı zor seçebildim. Tamı tamına 36 dakikadır yürüyordum. İleride bir kadın gördüm, yanına gittim.

- Hayırlı işler olsun dedim.

- İşler kesat dedi. Bu gece siftah bile yapamadım yakışıklı dedi. 

Uzunca bir müddet kocasına küfretti. Başka bir kadına kaçıp, çocuğuyla nikahlı karısını yüzüstü bırakıp gitmiş. Kadın fabrikada üç kuruş para kazanıp, geçimini sağlamaya çalışırken güzelliği başına bela olmuş. Adi patronu kadına tecavüz etmiş, adı da çıkınca kadıncağıza ne iş veren olmuş ne iki kelam hoş laf edeni kalmış. Çareyi toplumun kendine yapıştırdığı mesleği icra etmekte bulmuş.

- Orospuyum ben yakışıklı dedi. Benden uzak dur dedi. Mazallah benden namussuzluk bulaşır sana dedi. Bana da patronum olacak şerefsizden bulaştı dedi. En büyük hastalık dedi. Patronum benden daha namuslu dedi. Bana ondan geçti ama onun hamurunun mayası bu olmasına rağmen, o benden daha namuslu dedi. Orospu dedi, ben dinledim...

- Bak dedim. İşin dünyanın en eski mesleği dedim. Bir asker arkadaşım vardı, tarih öğretmeniydi, o demişti bunu dedim. Aslında insan orospu olmaz dedim. İnsan ikiyüzlü olur, aşağılık olur, riyakar olur dedim. Hayat orospu dedim, sistem orospu dedim. Sana orospu diyen, mahalle karıları, kahvede sabahtan akşama kadar oyun oynayan erkekler orospu dedim. İnsanın kanını emen bu kapitalist düzen orospu dedim, huzuru, mutluluğu bir insana çok gören hayat orospu dedim. Kula kulluk eden orospu dedim. Üzülme dedim. Ben dedim, orospu dinledi...

Tekrar hayırlı işler diledim, yoluma devam ettim. Uzunca bir süre saate bakmadan yürüdüm. Tan yerinin ağarmasını fırsat bilip, ekmeğinin peşine düşen insanların işkence saatleri yaklaşıyordu. Emindim ki evinden alelacele çıkıp, boyunlarına kumaştan zincirlerini geçiren memurlar evlerinden çıkmak üzereydiler. Otobüs seferleri başlamıştı. Evimin bulunduğu semte giden bir otobüse bindim. Evime vardığım gibi üstümü değiştirdim ve halihazırda beni bekleyen soğuk yatağıma girdim. Ben yazdım, okuyucum/okuyucularım okudu. Ben anlattım, onlar sabırla dinledi...

29 Mart 2014 Cumartesi

Yanlış İfade

Türkçe'nin tarihine bakıldığında en eski metin olarak kabul gören eser; Orhun Kitabeleri'dir. Ama ben Türkçe'nin bundan daha eski bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü Orhun Kitabeleri'nde kullanılan dil tamamen edebiyat dilidir. Bir dilin en eski döneminde o dil, bu kadar kullanışlı ve estetikse o dilin gelişmiş bir dil olduğunu ifade eder.

Kitabelerde oldukça akıcı, yalın ve söz öbekleriyle (deyimler ve ikilemeler) kullanılan bir dil vardır. Didaktik bir yapısı var kitabelerin. Yöneticiler adeta halka hesap veriyor. Ki bu da sosyal devlet anlayışının olduğunu gösterir.

Bu yazıya başlama amacım kitabelerin özellikleri ya da Türkçe'nin tarihi gelişimi değil. Yukarıdaki iki paragrafın amacı sadece yumuşak bir giriş içindir. Sözü uzatmadan sebeb-i telif'e geçeyim:

Bundan yarım saat önce annemle konuştum. Bana bir olay anlatırken yanlış bir ifade kullandı ve bu da olayın seyrini, dinleyicide -yani bende- tam tersi şekilde değiştirdi. Annem konuşurken "son dakika gölü attı" dedi. Zaten deyim yanlış kullanıldı. "attı" değil "yedik" olacaktı. Konuşmamız acayip bir hal aldı. Çünkü anlatılmak istenilen şey yanlış anlaşılmıştı ve bu hatanın nedeni dinleyicide değil anlatıcıdaydı.

Türkçe zengim bir dildir. Bunu bir klişe olarak söylemiyorum. Gerek yazımın başında belirttiğim özellikler gerek dilimizdeki deyim ve atasözü sayısı, ikileme türetimi, kelime türetimi gibi yapısal özellikler oldukça fazla. İletişimin kopmaması için söylediklerimize dikkat etmeliyiz. Türkçe esnek bir dil ve bu özelliği yüzünden kelimeleri ve kelime gruplarını doğru kullanmak gerekir.

Ve siz, değerli okuyucum/okuyucularım bunu bir nasihat olarak değil, bir rica olarak görmenizi rica ediyorum...

21 Mart 2014 Cuma

Nevruz

Bu başlığı atmamın temel nedenlerinden biri bugünün tarihinin önemidir sevgili okurum. Bugün 21 Mart, yani ekinoks tarihi. Coğrafya derslerinde gördüğümüz, Kuzey Yarım Küre'de şöyle Güney Yarım Küre'de böyle diye ezberlediğimiz tarihlerden biri. Bildiğiniz şeyleri size tekrardan anlatmayıp direk konuya gireceğim.

Bu tarihin önemi, bahar mevsiminin gelişi sayılmasıdır. Binlerce yıllık Türk Kültürü'nde bugünün önemi ayrıdır. Bunu tamamen 21 Mart olarak düşünemeyiz tabi ki. Osmanlı'da üç resmi bayram vardı. Biri Ramazan Bayramı, ikincisi Kurban Bayramı, üçüncüsü de Nevruz Bayramı'ydı. Peki nedir nevruz?

Nevruz, kelime anlamına bakacak olursak, Farsça kökenli birleşik bir kelimedir. Nev, yeni; ruz ise gün anlamına gelir yani "Yeni gün". Kış mevsiminin bitip, bahar mevsiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Hala günümüz Türk Devletleri'nde çeşitli adlarla bu bayram kutlanmaktadır.

Bütün Türk Dünyası için bu günün özel addedilmesinin sebebi, Türk Destanları'ndan biri olan Ergenekon'daki bir olaydır. Destanın sonlarında Ergenekon adındaki demir dağın eritilerek Türk ırkının kurtuluşu yer alır. Ve bahsi geçen bu gün bayram olarak kutlanır. Orta Asya Türk Devletleri bu günde çeşitli etkinlikler yapar. Ekinlerine bakarlar, ekinleri arasındaki otları temizlerler, bugünü coşkuyla kutlarlar, eğlenceler, şenlikler yaparlar falan... Peki bizim aklımıza nevruz denince ne gelir?

Sizi bilmem ama bundan beş altı yıl önce nevruzun kötü bir şey olduğunu düşünürdüm. Haber bültenlerinde gördüğüm kadarıyla, terör yanlısı insan artıklarının araba tekerlerini yakıp üstünden atlamaları, polise taş, molotof vb... nesneler atarak kamu düzeninini bozmaya çalıştıkları sahneler aklıma gelirdi. Halbuki bu durum onları uzaktan yakından ilgilendirmeyen bir durum. Binlerce yıllık Türk geleneği olmasına rağmen hala bir çoğumuz, nevruzun bizim öz kültürümüzün bir parçası olduğundan bi-haberdir belki de...

Bugünün önemi; kılıçtan geçirilerek yok edilmeye çalışılan bir milletin kaçıp, sarp dağlarla çevrili bir bölgede yeniden türeme, soyunu devam ettirme çabasıdır. Bu yüzden de nevruz Türk Milletleri için önem arz eder. Diğer Türk Milletleri'nden daha önce bağımsızlığımızı kazanmış, onlardan daha iyi durumda olmamıza rağmen kendi kültürümüzü unutmaya başlıyoruz. Belki de Türk Dünyası içinde bunun gibi önemli olaylardan habersiz olan tek devlet biziz.

Kendi kültürümüzün parçası olan bu günü ite, köpeğe kaptırmamak için halkımızda bilinç uyandırmalıyız. Ve sevgili okurum: Sözlerimden; benim faşist, ırkçı ya da insanları sınıflarına göre ayıran biri olarak düşünmemenizi sizden rica ederim. Çünkü bütün Ortadoğu milletlerine sempatim vardır. Sadece bu ülkeyi bölmeye çalışan, terörist köpeklere tahammülüm yok. Sizin bu ayrımı iyi yapacağınızdan herhangi bir şüphem de yok. Nevruz Bayramımız kutlu olsun!

19 Mart 2014 Çarşamba

Kalıtım

Bugün yeni bir şey öğrendim rüyalarla ilgili. Ben çok rüya gören biriyim ve bu öğrendiğim şey de rüyalarımda sıkça rastladığım bir olay. Rüya denince aklımıza bilinçaltı geliyor değil mi? İşte bu öğrendiğim şeyi duyunca siz de en az benim kadar şaşıracaksınız.

Rüya dedim de aklıma Inception geldi şimdi. Hani bir sahnede karakter uyanmak için irkilmek, düşme hissinin yaşanması gerekir diyordu? Öğrendiğim bu şey de bununla doğrudan alakalı. Neyse sözü daha fazla uzatmadan konuya girelim:

Hemen hemen hepimiz rüyalaramızda bir yerlerden düşeriz ve tam yere çarpacakken uyanırız. Hiç düşündünüz mü neden tam o anda uyanırız diye? Ben düşünmemiştim. Bunun nedeni ta ilk insanlara, atalarımıza dayanıyormuş. İnsanoğlu avcılık-toplayıcılık döneminde; hocalarımızın bahsettiği, insanların o ağaç kovuklarında, tepelerinde yaşadığı dönemler hani? İşte o zamanlarda insanlar uyurken ya da herhangi bir nedenle ağaçtan düşerlermiş. Bu kaza sonucunda ya ölüm ya da sakat kalırlarmış. Dönemin şartları hayal edildiğinde -ki insanoğlu o zamanlar doğayı katletmeyi daha keşfetmemiştir- ağaçların şimdiye göre daha büyük olması normal. İnsanların ağaçtan düşerken yaşadıkları bu tecrübe RNA'lar dolayısıyla nesilden nesile aktarılıp bugünlere gelmiş. Yani rüyamızda gördüğümüz şey, aslında atalarımızın edindiği tecrübeymiş.

Bunu, yazılarımın konularının farklı olmasını istediğim için yazdım. Tabi bir de öğrendiğim bu bilginin beni hayrete düşürmesinin etkisi de yok sayılamaz. Ama düşünüyorum da sürekli şikayet yerine arada böyle yazılar da yazmalıyım. Haddizatında okuyucum velinimetimdir, onu hoş tutmak gerekir diye düşünüyorum. Bu düşüncemle ilgili olumlu/olumsuz görüşlerinizi bekliyorum...

18 Mart 2014 Salı

Der medh-i Murat Menteş

Bu sefer çok farklı bir giriş yaptım, farkındayım. Sebebi ise yüzyıllık bir gelenek. Divan Edebiyatı'nın yazılı eserlerinden olan -adını da buradan almıştır- divanların başlıkları Farsça yazılırmış. Ben de bu yüzden yazımın başlığını Farsça attım. Yani demek istiyorum ki: "Murat Menteş'e Övgü"

Kitap okumayı severim ama maymun iştahlıyım. Senenin belli dönemlerinde farklı türlere yönelirim. Ama bu dönemlerde hummaya kapılmış gibi olurum. Mesela bundan bir kaç ay önce kitap okumaya sarmıştım. O ara üç dört kitabı çok hızlı okudum. Şimdi de filme sardım. Uzun bir süre de filmle devam ederim büyük ihtimalle. Tabi bu dönemlerde diğer türlerle münasebetim yok denecek kadar az olur. Böyle bir adamın takip ettiği yazarlar da değişkenlik gösterir tabi. Ama Murat Menteş'i bırakacağımı sanmıyorum.

Adını ilk defa bir arkadaşımın elindeki kitapta gördüm. Aynı zamanda da yazarın ilk kitabı: "Dublörün Dilemması". Tavsiye edildi ama uzun süre sonra dikkate aldım bu tavsiyeyi. Kitabı okuyup bitirdiğim gün, hemen diğer kitabını (Korkma Ben Varım) aldım. Yazarı bu kadar çok sevmemdeki etkenleri düşündüğümde, naçizane bir edebiyatçı gözüyle bir kaç faktör buldum. Onlar ne mi? Hemen söyleyeyim:

Yazarın karakter yaratımlarının adeta hastasıyım. Yazarın üç kitabının da kahramanları, karakterleriyle özdeş isimlere sahip. Dublörün Dilemması'nda Nuh Tufan, Nuh Tufanı'nı telmih etmekte ve karakterin hayatı Nuh Tufanı'yla aynı sayılabilecek derecede. Kişisel sorunları ve bu sorunların kahramanımızda bıraktığı etkiyi tarihteki bir olayla anca bu kadar açıklanabilirdi. Üçüncü romanının baş kahramanı Ruhi Mücerret de şayet öyle. Mücerret, Arapça bir kelime olup, -doğrusu mücerred'dir- soyutlamak, soyutlanmak, soyutlamış gibi anlamlara karşılık gelir. Zaten kahramanımız da ölmek isteyip de ölemeyen, ecelin bir türlü kendini bulmamasından yakınan bir Kurtuluş Savaşı Gazisi'dir.

Bir başka neden ise yazarın olayı kurgulaması. Bütün romanlarında olaylar hepimizin bildiği edebi akımların dışında gelişir. Onun romanları ne realisttir, ne sürrealisttir. Onun romanlarına koyabileceğimiz tek bir ad vardır -bence-, o da "büyülü gerçeklik"tir. Olaylar ne gerçeküstüdür, ne de hayatın bizzat kendisidir. Bu iki olgu onun kelimeleriyle iç içe girmiş bir şekildedir. Romanlarındaki olaylara ne gerçek diyebiliriz ne de olağanüstü diyebiliriz.

Üçüncü nedenimi de bir alıntıyla anlatmak istiyorum; Kelimelerin kullanılışı:
"Romancı Hakan Günday'ı andıran bir genç ile Yıldız Tilbe'ye benzeyen biri mağazaya benzer bir restoranta girerler. İçeride kimsecikler yoktur. Garip bir biçimde Yıldız Tilbe, Hakan Günday'a cilve yapar. Evet, eski Çin'de kızlar teklif ediyormuş. Hint Prensesi ile Elvis Presley'in gardrobundan giyinmiş Harun Tekin ortama sızar. Hakan Günday ile Yıldız Tilbe, Harun Tekin'i restoranın sahibi zannederler. Oysa azılı ifritlerden biridir. Nitekim bir yaba kullanarak Hakan Günday ile Yıldız Tilbe'ye hücum eder..."
Yukarıdaki alıntı, yazarın Ot Dergisi'ndeki bir yazısından. Ayrıca kitaplarından birinde gramer açısından Türkçe'nin ekleşmesine aykırı olan ama yazarın tarzına mükemmel derecede yakışan bir yapı gördüm. Tam olarak hatırlayamadım ama sonu şöyleydi: "... olsundu, o da öyle bir insandı." Dikkatinizi çekmek istediğim kelime "olsundu" yapısı.

Ve son olarak bende en çok hayret uyandıran kısmı açıklayacağım: Dublörün Dilemması'nı okurken bir sahne anlatıyordu yazar. O sahnede karakterin sigara içişini betimliyordu. Sonra da "Ve biricik okur, şu anda sizin de sigaraya uzandığınız gibi bir his var içimde" dedi ve ben tam o arada sigaramı yakmak için çakmağa uzanmıştım. Beni en çok etkileyen şey buydu. Hala daha bu olayı açıklayamam.

Bir gün, olur da onunla tanışma fırsatı bulursam; önce elimdeki bütün kitaplarını imzalatmak, daha sonra da oturup karşılıklı sohbet etmek isterim. Bu kitapların yaratılış sürecini, bunların altında yatan düşünceleri uzun uzadıya konuşmak isterim.

14 Mart 2014 Cuma

Ben hiç Kafka okumamıştım

"Bundan çok uzun zaman önceydi..." diye başlarsam inanmayın. Altı üstü bir ay kadar önceydi ilk defa Kafka'nın bir eserini okumam. Ben maymun iştahlı biriyim. Belli dönemlerde farklı farklı şeylere sararım. Bu bir ay önceki hevesim kitaptı, şimdiyse film. Her neyse...

İşte o dönemlerde elimdeki kitap bitmek üzereydi ve yeni kitap bakıyordum. Derken "çat!" diye karşıma çıktı Kafka'nın Dönüşüm'ü. Affetmedim, hemen aldım. Çünkü "Gregor Samsa bir sabah uyandığında..." diye başlayan cümleye aşinaydım. Gelgelelim Samsa'yla o güne dek tanışmamıştım. İnce bir kitaptı hemen bitti. Ama bir düşünce ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi, "Dönüşüm"...

Gregor Samsa, ailesinin geçimini üstlenmiş, kız kardeşini konservatuara göndermeyi düşünen, evinden çok uzakta olan bir iş yerinde üç kuruş maaşla çalışan bir genç. İşe gideceği bir sabah uyandığında kendini hamam böceğine dönüşmüş bir şekilde buluyor. Peki neden hamam böceği?

Kitabın sonunda, normalde kitapların başında görmeye alıştığımız bir önsöz var. Anlatım bozukluğu yaptım farkındayım. Zaten bu yazı kitapta "Sonsöz" diye belirtiliyor. "Sonsöz"de hamam böceği metaforunu açıklamış çevirmen. Daha önce belirttiğim gibi, Samsa'nın sorumlulukları altında ezilmenin verdiği hayat zorluğunun, hamam böceği formunda yaşamaktan çok daha zor olmasını açıklamak istemiş Kafka. Ve hepimizin hayatında taşıdığı sorumlulukları, insanın kendisinin taşıdığı bir parmaklık olarak görüyor yazar. Sizce de haklı değil mi?

Şimdi gelelim varsayım kısmına. Öncelikle elimizde rol model olması açısından, asgari ücretle çalışan bir baba figürümüz olsun. Bakmakla yükümlü olduğu iki çocuğu ve bir karısını da işin içine katalım. Malum, bu aile kiralık bir evde yaşar. Bir de büyükşehirde yaşasın ailemiz. Çerçevemiz hazır olduğuna göre resmimizi oluşturmaya başlayalım:
Babamız aldığı dokuz yüz küsur lira maaşın; ev kirası, faturalar, mutfak masrafı ve çoluk çocuğun ihtiyaçlarına kıt kanaat yettiğini görünce daha fazla mesai yapmaya başlasın. Karısının "Ben de bir işte çalışayım" demesine rağmen erkeklik gururunu devreye sokup izin vermesin. Çocukları arkadaşlarında gördüğü giyim giysi, telefon vesaire istesin ve babamız bunu alamasın. Ne kadar mesaiye kalırsa kalsın tutup da çocuğunun cebine maaşına yakın bir ücrette telefon alamaz. Ya da yüz - yüz elli liralık bir ayakkabı alamaz çocuğuna. Babamız kahrolsun, içi içini yesin. Ama ondan önce kapitalist sistem kahrolsun! Ota boka zam yapıp da maaşlara zam yapmayanlar kahrolsun!

Bu yazıyı yazmak şuradan aklıma geldi: Bugün bir iş görüşmesine gittim. İlanda "Gizli Müşteri" yazıyordu ve iş part time bir işti. Malum öğrenciyiz, üç beş kuruş gelir diye görüşmeye gittim. Oturduk, konuştuk derken işi anlattı. Gidilen yer başına para alınıyormuş, ellerindeki firmalar ünlü firmalarmış -ki gerçekten öyle- ve gönderdikleri yere gitmek zorundaymışım. Bunların içinde şehir merkeziyle arasında seksen ile yüz yirmi kilometre mesafe bulunan ilçeler de mevcut. Fiyat listesini gösterdiklerinde, listedeki her firma büyük ve ünlü. Sanmıyorum ki böyle bir iş için onlar rapor başına altı - yedi lira ücret ödesin. Eğer aldıkları bütçenin yarısından fazlasını işçilerine veriyorlarsa ben de bir şey bilmiyorum!

Ben oradayken bu işe başvuran bir kişi daha geldi. Benden üç beş yaş büyüktür tahminimce. İşsizmiş ve o işi ne kadar çok istediğini belirtti. Form doldurup kalktık. Formu mecburiyetten doldurdum aslında bu işi kabul etmiyorum deyip formu doldurmayabilirdim ama yapmadım. "Size geri dönüş yaparız" dediler ve yaptılar. Eve geldiğimde beni aradılar, yarın için bir firmanın adresini verdiler ama işi kabul etmedim. Büyük ihtimalle o arkadaşı almışlardır işe. İşte değerli okurum, insan sırtından para kazanmak bu kadar kolay, bu kadar basit.

Kafka'nın Dönüşüm'üne gelince, artık hamam böcekleri değiliz. Artık emilmekten, sömürülmekten zerre kadar kalmış bir hayvanız. Çok küçük olup da hala parazitlerinden kurtulamayan bir hayvan düşünün, işte biz artık o'yuz.

12 Mart 2014 Çarşamba

Ben hiç kötü adam olamadım!

Dünya... Güneş sistemi içinde üçüncü sıradaki gezegen. Üzerinde yedi nokta bilmem kaç milyar insanın yaşadığı yer... Ve bence bu insanların büyük çoğunluğu yavşak. Yedi milyar insanı düşündüm de sadece kendi hayatımda "yavşak" diyebildiğim en az on insan evladı var. Herkesin hayatında bu insan parçacıklarından vardır. Belki de ben bir başkasına göre "yavşak"ım. Kim bilir?..

Her neyse. Başlığımıza geri dönelim. Ben hiç kötü adam olamadım demiştim. Kısmen doğru, kısmen yanlış. Elbette benim de yanlış yaptığım şeyler olmuştur. Birine karşı bir hata yapmışımdır. İnsanız, çiğ süt emdik ama bazıları var ki -"orospu çocuğu" desem yine insan olurlar- dünya üzerindeki hiçbir dilde karşılıkları yok. Bu düşüncemde objektif olamayabilirim. Çünkü şu ana kadar yediğim kazıkların sayısı hayli fazla. Durum böyle olunca, bu konuda insan duygularını yok sayamaz.

Kötü adam olmayı ister miydim acaba? Sanırım isterdim. Elbet sizin de hayatınızın içine eden insanlar vardır. Sadece rollerinizi değişin. Siz ona karşı ne yaptınız ki arkasından sövmekten, beddua etmekten başka?.. Şimdi kötü adam olayına geri dönelim. Bu tanımdan kastım sağa sola zulmetmek değil, sadece kendi hayatımdaki adaleti sağlamak. Bir nevi Robin Hood'luk benimki. Zenginden çalıp fakire veriyor, biliyoruz. Ama çaldığı için suçlu sonuçta. Ama insanların sırtından para kazanıp, onların hakkını tayin etmeyen zenginlerden de halkın parasını geri alıyor diyebiliriz. Neyse felsefeyi filozoflara bırakalım. Benim istediğim de işte bu. Bana yapılanları, yapanlara geri ödetmek, yani intikam almak istiyorum.

Sinirlenince, aklıma bir dünya intikam, işkence sahneleri geliyor. Ama hangisini yapabildim bugüne kadar? Cevap: Hiçbirini. Bugün de bir şeye sinir oldum mesela. Mevzu bahs olunan şahsın kafasını baseball sopasıyla kırıp, cesedine karşı bir sigara yakıp içmek ve sigarayı kafatasının ayrılan kemikleri arasından beyninde söndürmek istedim. Ne kadar canice değil mi? Yoksa mükemmel bir plan mı? Hayır, canilikten başka bir şey değil bu.

Biz bunları anca filmlerde ya da hayallerimizde görürüz. Biz örf ve adetlere göre yetiştirildik. Biz her gelen misafirin -sevsek de sevmesek de- elini öptük. Topumuzu kesen, mahallenin yaşlı adamına/kadınına saygımızdan dolayı küfür bile etmedik. Biz, Avrupai kültürlerin etkisini milletimizde hissettiremediği, dejenere olmayan o son nesiliz. Velhasılı bizden kötü olmaz. Murat Menteş'in cümleleri hislerime tercüman olacak sanırım:
"...Fakir ama onurluyduk. Çünkü tarihimiz bize kudretten, zenginlikten bahsediyordu. Şarkılarda daima taptaze bir umut çınlıyordu. Felekle kapışıyor, çaresizliğe meydan okuyor, yer sofralarında yürekten şükrediyorduk..."* 
Şimdi durup düşündüm de ben hiç kötü adam falan olamam. Ben bildiğim gibi olayım, uslanmayayım hiç. Varsın millet kazık atsın bana. Onların da arkasından bir düzine küfür yakar, sonra zamanla olan biteni de unuturum. Hem zaman neleri unutturmadı ki?..

* - Murat Menteş, Korkma Ben Varım, s.82

11 Mart 2014 Salı

Ben hiç realist olamadım mesela!

Başlık çok mu iddialı geldi?.. Doğrudur, inanırım. Ama gerçekten de öyle. 

Kendimi bildim bileli hayal gücümün hudutlarında yaşadım. Hep olamayacağım şeyleri oluyordum. Babamın çok sık tekrarladığı bir sözü var: "İnsan hayalle yaşar". Nitekim de doğru. Standartlar ve rutin çarkları arasında ezilen hayatlar yaşıyoruz. Şimdi hanginiz bu tezimi çürütebilir?!

"Ben çürütürüm ulan!" diyen biri varsa şimdiki sorularıma cevap versin; Son zamanlarda canın çok sık sıkılmaya başlamadı mı? Yarını düşünmeden -ki yarından kastım ertesi gün değil- yaşadığın oldu mu? Çok istediğin bir şeye isteğin sönmeden sahip oldun mu? Bunlardan birine bile "Evet" dediysen gel dostum, aynı şeyleri düşünüyoruz.

Gelelim sebeb-i telif kısmına. Şimdi nerden esti bu yazıyı yazmak? Anlatayım: Arkadaşlarımdan birinin tavsiyesi üzerine "Rush" adlı filmi izledim. Cast geçmeye başlamıştı ki kendimi filmdeki Niki Lauda olarak hayal ederken buldum. Filmin konusu Formula 1 ve ben de F1 pilotuydum ama Niki'nin kaderini paylaşmaktan ziyade sadece kariyeri üzerine bina ettim hayallerimi. 

Sonra durdum ve kendime dedim ki: "Lan sen neden normal şeyler hayal etmiyosun? Ulan FM oynarsın, sonra gelir kendini yılda bilmem kaç milyon euro maaş alan bir teknik direktör olarak hayal edersin. İddaa oynarsın, çok büyük para kaldırıp hangi arabayı alacağının hayallerini kurarsın. Her gün başka bir meslek icra etmek istersin. Oğlum sen ne zaman realiteye katılacaksın?" Bu arada bir tane sigara yakmak isterdim tabi ama yakamıyorum. Çünkü uzun süredir sigarayı bırakmış bulunuyorum.

Sözde bugün uykumu alamadığım için normalden biraz daha erken yatacaktım. Sözde tabi... Uyusam uyurdum ama uykumu kaçıran bir kaç şey var. Hani demiştim ya dişli çarkları arasında sıkışıyoruz diye, işte sebep o. Sıkışan hep benim sadece zamanla birlikte dişliler değişiyor. Mezuniyete az kaldı ve malum, bundan sonra hayat bizi bekler. Onun sıkıntısı işte... Sınavdı, iş kaygısıydı, falandı, filandı...

Hayatımızda olmasını isteyip de olmayan çok şey var ki bu hayaller o yüzden inşa ediliyor. Zaten duygularımız ve hayallerimiz olmasa robotlardan ne farkımız kalır ki? Şimdi bu yazıyı yayınlayıp uyumaya çalışacağım. Uyuyuncaya kadar güllük gülistanlık hayallerden yeni bir tane kuracağım. Ve ben sanırım, kolay kolay realist olamayacağım...