24 Nisan 2014 Perşembe

Elma Çöpünden Gurur

Elma çöpünden gurur mu olur demeyin sevgili okur! Olur, bal gibi olur hem de... Alt çeneniz üst çenenizden uzunsa ne demek istediğimi anlarsınız. Benim öyleydi. Ta ki 2004'e kadar...

Genetik çok değişik bir şey sevgili okur. Annemle babamın çene yapıları farklı. Ve ben ilk çocuk olarak bu farklılığın ilk kurbanıydım. Babamın üst çene ve annemin de alt çene yapısını almışım. O yüzden alt çenem üst çenemden uzundu. En büyük hayalım meyveleri ısırarak koparabilmekti. Çünkü bir elmayı ısırarak yiyemiyordum. Çekirdek yiyemiyordum. Sert bir meyve/sebzeyi ısırarak yemek en büyük korkumdu ve o yüzden meyve bıçaklarının hakkını ödeyemem...

Çocuktum. Düşen birini gördüğümde arkadaşlarımın aksine gülmeyen bir çocuktum. İnsanların dış görünüşleriyle dalga geçmeyen bir çocuktum. Çünkü alt çenem uzun diye -rahmetli Sakıp Sabancı'nın çenesi gibiydi çenem- millet benimle dalga geçiyordu. Bu yüzden olmalı ki insanların dış görünüşleriyle ya da hareketlerine gülmezdim. Belki böyle bir sorunum olmasa ben de gülerdim, bilmiyorum...



Ne zaman benle dalga geçen bir çocuk olsa, yaşına bakmadan okul çantamı sırtımdan çıkardığım gibi üstüne çullanırdım. Çocukluğumun yegane kavga sebebi budur. Bir gün -dün gibi iyi hatırlıyorum- aynanın karşısına geçtim ve anneme "Neden benim çenem böyle?" dedim. Sadece bunu demiştim, ne bir eksik ne de bir fazla. Bu olayın üstünden bir kaç hafta geçti geçmedi okuldan izin alıp beni diş doktoruna götürdüler. İlk Aydın'a gittik. Orada bir ortodontist vardı. Bize yakın diye orayı tercih etti bizimkiler ama ben o kadını istemedim. Çok sert bir kadındı ve tedavim süresince maske takmamı söylemişti. Allah aşkına, sadece çenem yüzünden dalga geçen insanların karşısında o maske ile ne kavgalar ederdim düşünün lütfen...

O doktoru istemeyince, İzmir'de bir doktora gittik. Onu çok sevmiştim. Cana yakın ve tatlı dilliydi. Görüştükten sonra hemen tedaviye başladık. Eğer bugün dişçiden korkmuyorsam onun sayesindedir. İlk 4 yıl çenemin düzelmesi için uğraştık. Bu esnada ettiğim kavgaların haddi hesabı yok tabi. Ettiğim kavgaların çoğundan ailemin haberi yoktur. Anca mahalleden çocuklarla dövüşürsem öyle haberleri olur. Aparey kullanıyordum. Aparey'in ne olduğunu size açıklamak istersem: Tabiri caizse, yaşlıların takma dişleri gibi bir şeydi. Damağa takılıyordu ve haftada bir gün ayarı yükseltiliyordu. Bugün sorumluluk sahibi biriysem eğer bu tedavi sayesindedir. Çünkü her gün, günde iki kere diş fırçalardım. Aparey'imin bakımlarını yapardım.
Derken 3 sene bitti ve çenem düzelmişti. İşte yukarıda belirttiğim "Ta ki 2004'e kadar" kısmı bu zamanlardır.


Madem böyle bir işe giriştik, olmuşken tel de taktıralım tam olsun dedik ve diş teli kullanmaya başladım. Tedavi sürecimin en zor dönemleri bu dönemlerdi. En çok kavgayı bu dönemde yaptım. Ben diş teli kullanan o ilk nesildenim. Herkesin yabancı olduğu bir şeydi bu. Bilen, bilmeyen herkesin "O ne?", "Ağzını aç bakayım", "Kaç paraya yaptırdınız?", "Nerede yaptırdınız?" gibi bitmek tükenmek bilmeyen zincirleme sorularına maruz kalıyordum. Telime dokunmak isteyenler, ağzımın içini dipten uca inceleyenler, daha neler neler... Şimdi düşünüyorum da, ne kadar da uysalmışım... Reddedemiyormuşum. Hayır demeyi bilmiyormuşum.

Diş teli beni sıkıntılarımdan kurtaracaktı. O yolda çektiğim çile, daha sonra bana olumlu olarak geri dönecekti ama çok zordu. Aylık kontrollerim olurdu. Her kontrolden dönüşümün ilk üç günü bir şey yiyemez, sadece sıvı gıdalarla beslenebilirdim. Çünkü her kontrolden sonra tellerin ayarı değişiyor, ağzıma müthiş bir basınç uyguluyordu. Bu basınç bir şey çiğnemenize imkan vermiyor, eğer çiğneyecek olursanız da çürük ağrısı gibi bir ağrı yapıyordu. Braketler ağzınızda yara yapıyor, hatta uyurken dudağınızdaki yaranın içine girip onu çıkarırken kendi kanınızla cebelleşmek zorunda bırakıyordu. Braketi dudağımın içinden çıkaracağım diye üstümün kan olmuşluğu çoktur. Hepsine sabrediyordum ama en çok kola içememek beni bitiriyordu...

Diş teli -braket- kullanıyorsanız, asitli içecekler içemezsiniz sevgili okur. Aslında içersiniz de içerseniz teller çıktığında dişlerinizin üstünde lekeler olur ya da braketler kopar. O yüzden asitli içecekler diş teli takanlara yasaktır. Teller çıktığında on birinci sınıftım. Doktorum tedaviye başladığım ilk gün dişlerimin fotoğrafını çekmişti. Teller çıkınca ikisini karşılaştırdık ve sonuç mükemmeldi. Her şeye değmişti. Önceden teller yüzünden dudaklarım kapalı gülerken artık otuz iki dişimi de göstererek gülebilecektim.


İşte bu yazıyı yazmak demin yediğim elma sayesinde aklıma geldi. Hep özendiğim görüntüydü soldaki fotoğraf. Ne zaman elma yesem, ilk ısırıktan sonra yüzümde bir tebessüm olur. Başarmanın verdiği gururun tebessümüdür bu. Her elma yediğimde mümkün olduğunca kütürdeterek koparırım. Bittiği zaman hemen çöpe atmak istemem. Bir kaç dakika izlerim elmanın çöpünü...

Her fotoğrafta dişlerimi göstererek gülerim. Her şeyi ısırarak yemek istiyorum. Ne zaman dişten, ağızdan bir konu açılsa hemen "En pahalı gülüş, benim gülüşümdür" derim. Ki haklıyımdır bu konuda. Çünkü gülebilmek için çok cefa çektim...


21 Nisan 2014 Pazartesi

Sineklerin Tanrısı

Sineklerin Tanrısı, Ballantyne'nin Mercan Adası isimli eserinin adeta parodisidir. Golding, kendini şöhrete kavuşturan bu eserinde, Mercan Adası'nın iki kahramanın adını kullanmıştır. Hatta olayın geçtiği ada, bizzat Mercan Adası'dır. Ama bu adada geçen olaylar, Ballantyne'nin Mercan Adası'ndan çok farklıdır.

Sineklerin Tanrısı'nda ıssız bir adaya düşen, yaşları 8 ile 12 arasında değişen, bir grup İngiliz çocuğun başlarından geçen olaylar anlatılmaktadır. Golding, kahramanlarından ikisine Ballantyne'nin kullandığı iki ismi vermiştir. Biri Ralph, biri de Jack...

"Hamlet'i bir öç alma tragedyası ya da Moby Dick'i sadece bir balina avı öyküsü saymak ne denli yanlışsa, Sineklerin Tanrısı'nı da çocuklar için yazılmış bir serüven romanı saymak o denli yanlıştır." Bu söz kitabın çevirmeni, Mina Urgan'ın, kitabın sonunda yazdığı "Sonsöz"den bir alıntıdır. Urgan bu sözünde yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü bu roman çocuk kitabından ziyade, bir yetişkin kitabıdır. Hatta bu kitaba roman demek de yanlıştır. Bence bu eser baştan aşağı bir alegoridir, simgesel anlamları olan bir öyküdür.

Mercan Adası'nda adada mahsur kalan İngiliz çocuklar, adada İngiliz medeniyetinin küçük bir kopyasını oluşturmuşlardı. Sineklerin Tanrısı'nda karakterler İngilizdir, mekan aynıdır, isimlerden ikisi Mercan Adası'ndaki iki karakterle aynıdır ama anlatılanlar tamamen zıttır. Sineklerin Tanrısı'nda, çocuklar küçük bir İngiliz medeniyeti kurmazlar. Hatta medeniyet namına hiç bir şey kuramazlar. Sadece olayların başında demokrasiye benzer bir yapı oluştururlar ama bu yapının çökmesi uzun sürmez.

Golding'in eserde vermek istediği bir mesaj vardır: "İnsanlığın içindeki kötülük"... Bugün bir çok insan çocukların masum, günahsız ve birer melek olduğunu düşünür. Ama işin aslı öyle değildir. Herkes çocukluğuna dair hatıralarını anımsarsa, aldığı kararların ya da yaptıklarının şu anki halinden bir farkı olmadığını görecektir. Arada tek bir fark vardır: Çocukken tecrübesiz olduğumuz için yanlış kararlar alırdık. Şimdi ise tecrübelerimize göre hareket ediyoruz. Akıl yine eskisi gibi işliyor.

Edebi eserlerde başarı zıtlıklarla sağlanır ve bu romanda zıtlıklar mükemmel bir şekilde verilmiştir. Karşımızda iyi ve kötü karakterler vardır. Ralph, Domuzcuk ve Simon iyi karakterlerdir ama Jack ve Roger kötü karakterlerdir. Ralph ve Domuzcuk tamamen iyi karakterler değildir. Her insan gibi onların da eksik yanları vardır. Buna rağmen iyi tarafları ağır bastığı için onları iyi kategorisine dahil ediyorum. Jack'i kötü olarak gösterdim ama Jack tamamen kötü bir çocuk değildir. Onun da iyi yanları olmasına karşın kötü tarafı ağır bastığı için bu kategoriye aldım.

Eserde sadece iki tane tamamen iyi ya da tamamen kötü karakter vardır. Onlar da Simon ve Roger'dir. Simon tabiri caizse yeryüzüne gönderilmiş bir melektir. Zaten Golding, eserini bir gazeteciye tanıtırken, Simon için: "İsa'yı andıran bir kişiliği" olduğunu ve bunun yanında da sezgileriyle geleceği görebildiğini söylemiştir. Roger ise tamamen kötüdür. İnsan öldürebilen, yaralı hayvanlara işkence edebilen bir çocuktur. Onun hareketleri bana Hitler'i hatırlattı. Davranışları, hareketleri, söyledikleri tamamen faşist bir mantığın ürünleridir.

Golding, İkinci Dünya Savaşı'na asker olarak katılmış. Ve eseri de Üçüncü Dünya Savaşı'na tekabül etmekte. Savaşta atom ve nötron bombaları kullanılıyor olmalı ki güvenli bir yere götürülürken adaya düşüyorlar. Ayrıca Üçüncü Dünya Savaşı ile ilgili diğer bir çıkarımım da bu savaşın kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasında geçtiğidir. Çünkü Ralph bir bölümde "kızılların onları esir alabileceğini" söylüyordu.

Golding bu eserinde insanların doğuştan kötü olduğunu söylemez. Sadece dış dünyada da, insanın iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlıkla karanlığın çarpıştığını anlatır. Son olarak da yazarın İkinci Dünya Savaşı'ndaki gözlemlerinin kendine iyi bir referans olduğunu söyleyebilirim.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Para Mabed, Bankalar Mabud

Her şey para sevgili okur, her şey para... Çektiğimiz bütün sıkıntıların temel nedeni para. Okula gitmemizin nedeni okuyup iyi bir iş sahibi olabilmektir. Lise sınavlarına hazırlanmanın amacı, iyi bir eğitim alınabilecek bir liseden ziyade üniversiteyi kazandıracak bir liseye gitmektir. Üniversite okumak kişisel bilgi birikiminizi arttırmak değildir, iyi bir meslek sahibi olmaktır.

Hangimiz okuduğumuz ya da okuyacağımız bölüme iş sahasını önemsemeden girdik? Hangimiz mezun olacağımız bölümden hedeflediğimiz işin maaşını araştırmadık? Ben araştırdım sevgili okur. Siz de araştırmışsınızdır. Çünkü olması gereken bu. Hepimizin kurtarılması gereken hayatlarımız var.

Bu düzenin bir parçasıyız doğduğumuz andan beri. Kulağımıza daha ismimiz okunmadan hayatta yapmamız gerekenler söyleniyor. Hepimiz adımızın ne olduğundan önce çok çalışmamız gerektiğini, gelecek kaygısı yaşayacağımızı, hayatın bize vuracağı tokatların olduğunu öğreniyoruz.

Daha büyümeden kefenimiz biçiliyor. Serbest piyasa ekonomisi hayatımızı ilmek ilmek dokuyor, sınırlarımızı çiziyor. Bankalar yeni bir müşteri kazandığını haber alıyor. İleride sırtımıza vuracağı borç kamçısını, haberi alır almaz hazırlamaya başlıyor. Her ay göndererek boynumuzdaki kravatı daha da sıkacak olan ekstrelerinin taslaklarını yapıyor.

Ekmek bıçağında dilimleniyor ömrümüz. Okul dertleri, lise ve üniversite kaygısı, hepsinden daha büyük olan gelecek kaygısı... Evlenip topluma karışma arzusu, tercihlerimiz, doğrularımız, yanlışlarımız... Her oyunun elbet bir kazananı olacaktır fakat biz asla kazanan olmayacağız. Çünkü biz küçük insanlarız. Her şeyimiz küçük. Kurduğumuz hayaller bile küçük. En büyük hayalimizi söylememizi isteseler, hepimizin hayali "gerçeğe en yakın" sınırlarıyla çizilmiştir.

En başta her şeyin para olduğunu söylemiştim. Eğer paramız olsaydı -yeterince değil, fazlasıyla olan bir paradan bahsediyorum- bu tarz sıkıntılara girmezdik. Yaptıklarımız zorunda olduğumuz şeyler değil, zevk aldığımız şeyler olurdu. Eğer bahsettiğim miktarda paramız olsaydı yeni bir şey aldığımızda "İhtiyaçtan değil, lüksten aldım" diyebilirdik.

Sanmayın ki mutluluğu, huzuru, sağlığı parayla değişmek isteyen biriyim. Tam aksine ben de küçük insanlardanım. Ama bahsettiğim miktarda paramız olsaydı huzur da sağlık da mutluluk da daha başka olurdu. Gerçekçi olalım sevgili okur, bu fikrime tamamen katılıyorsunuz. Belki biz değilizdir de, bazıları için para tapılacak bir şeydir. Ve onlar için ibadethane bankalardır. Ne olursa olsun, insan bunlara biraz da olsa hak vermeden edemiyor. En azından, ben biraz hak veriyorum.

Olmaz ya, yine de kazananlardan olmanız dileğiyle, yarını düşünmeden hareket etmeniz dileğiyle, "İhtiyaçtan değil, lüksten" diyebilmeniz dileğiyle...

10 Nisan 2014 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık

Gabriel Garcia Marquez'in kanser olduğu haberini aldıktan sonra Kitap Ağacı'nın bu ay okuyacağı kitap olarak Yüzyıllık Yalnızlık'ı seçmesi çok iyi olmuş. Takdir Allah'ın tabi ama Marquez'i kaybedecek olursak, en azından bu son zamanlarında onunla tanışma şerefine nail olacak kitap severler olacaktır. Sakın yanlış anlamayın sevgili okur, elbette ki temennim hastalığından kurtulup daha fazla eser vermesi.

Kitap, Can Yayınları'ndan çıkmakta. Elimde bulunan kitap sağda görmüş olduğunuz, Can Yayınları'nın bugüne kadar alıştığımız o klasik formunda. Bildiğiniz üzere Can Yayınları klasik formunu değiştirecek. Bunu ilk duyduğumda sevindiğim pek söylenemez. Tam aksine biraz üzüldüm. Çünkü alışkanlıklarımızı değiştirmek biraz zaman alır. Bu eser için konuşacak olursak, kapakta gördüğünüz resim Henri Rousseau' nun Gümrükçü adlı resmidir. Bence kitabın yeni kapağı, içeriğiyle daha alakalı. Zaten yeni kapakta bir retro havası sezilmekte. Ayrıca retro'ya karşı bir ilgim mevcuttur. Sanırım bu yüzden yeni form kitaplara olumlu bakıyorum.


Kitabın yeni kapağı sağ tarafta gördüğünüz gibi. İçerikle alakalı dediğim
kısımları sayacak olursam: Logonun hemen altında Güzel Remedios'u
görüyoruz. Onun altında eserin geçtiği mekan olan Macondo'yu görüyoruz. Jose Arcadio Buendia'nın sokaklara diktirdiği akasya ağacı da kapaktaki yerini almış. Akasya ağacının hemen altında, Buendia Ailesi'nin evinin sık sık istila etmeye çalışan karıncaları da görüyoruz.

Kitabın ilk sayfasında Buendia Ailesi'nin soy ağacı ile karşılaşıyoruz. İlk bakışta oldukça karışık görünüyor. Nitekim haklısınız da... Kitabın ilk dönemlerinde bu soy ağacından yardım alarak karakterlerin hangisi olduğunu anlıyoruz. Çünkü Buendia Ailesi'nde yeni doğan çocuklara bir kaç nesil önce yaşayanların isimleri veriliyor. Sakın endişe etmeyin. Çünkü kitap ilerledikçe bu isimler ve karakterler zihnimizde yer ediniyor. Yeni doğan çocukların aynı isimleri alması onlar üzerinde bir etki oluşturuyor. Zaten Ursula, yaşlılığı sırasında bu etkiyi kendi tespitiyle okuyucularla paylaşıyor.

Marquez, "büyülü gerçeklik akımı"nın en önemli temsilcilerinden biri. Bu eseri de akımın ismiyle tıpa tıp aynı özellikleri gösteriyor. Eserde bahsedilen olaylar ne tam anlamıyla gerçek ne de kurmaca. Güzel Remedios'un havalanıp göğe yükselerek kaybolması gerçek üstü bir olay olmasına rağmen yazar bu olayı gerçekle yoğurup biz okurların önüne koyuyor. Bu yüzden anlatılanlar gerçekmiş gibi duruyor ama büyülü bir gerçeklik söz konusudur.

Kitap 461 sayfa. Tahminim odur ki; bu kitabı düşündüğünüzden daha kısa sürede bitireceksiniz. Yazarı başarılı bulduğum bir diğer nokta da şudur: Yazar, eseri bitirmesi gereken yerde bitirmiş. Eğer bir nesil daha uzatmış olsaydı sanırım daha fazla tahammül edilemezdi, çünkü kitap çok karışık bir hal alırdı.

Hepimizin "İyi ki okumuşum. Bir kere daha okuyabileceğim bir kitap" dediği bazı kitaplar vardır hani? İşte bu kitap da benim için öyle. Bu kitabı okumayı düşünen varsa onlara naçizane bir tavsiyem olacak: Sakın ertelemeyin. Çünkü bu kitap sizin için bir milat olabilir.

Musalla Taşı

"Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında" demiş Cahit Sıtkı o meşhur Otuz Beş Yaş Şiiri'nde...

Bu nereden mi aklıma geldi? İnanın ben de bilmiyorum sevgili okur. Bu sıralar aklıma olmadık şeyler geliyor. Mesela bugün dersteyken ölümümü düşündüm. Nasıl öleceğimden ziyade ben öldükten sonra olacakları düşündüm. Size de bunu düşünmenizi tavsiye ederim.Tut ki öldüm. Hemen başlayalım senaryoya.

Cesedimi morgun en soğuk köşelerinden birinden almaya geldiler. Sıcak elleriyle -büyük ihtimalle babam- morgun soğuğunun buram buram hissedildiği o kağıda imza attılar ve cesedimi hastaneden aldılar. Yolda pek vakit kaybetmezler bundan eminim. Çünkü böyle durumlarda acılarını hız yapmakla çıkarır bizimkiler, daha önce öyle olmuştu. Bir an önce eve yetiştirme çabası içinde olurlar.

Arabayı babam kullanır. Kardeşim de önde, babamın yanında oturur. Kimse konuşmaz ama ağlarlar. Sessiz ağlarlar... Arabanın içinde sadece motorun sesi duyulur. Ha bir de ağlamaktan akan burunlarını çekerken çıkan ses olur. Belli periyotlarla ellerinin tersiyle gözyaşlarını siler bizimkiler. Arabanın eve yaklaşmasını duyanlar feryat çığlıkları atmaya başlar. Ve annem...

Annem çok ağlar. Gözleri kıpkırmızı ve ağlamaktan şişmiştir. Belki de vücüdunda takat kalmamıştır, baygındır. Hayatta olan en büyük akrabam anneannem. Annem kadar o da ağlar. Böyle durumlarda bağırmaktan ve ağlamaktan sesi kısılır genelde. Yine öyle olur tahminimce. Teyzelerim... İkisi de çok sever beni. Onları görenler en çok onlar üzüldü sanır ama onlar böyle durumları abartmayı çok severler. Yine de çok üzgün olurlar. Babam...

Babam evden içeri girince önce anneme sarılır. Bir süre beraber ağlarlar. Babam duygusal adamdır. Daha sonraları gizli gizli ağlar. Kendini belli etmez, sesli ağlamaz. Evin tenha yerlerine gider. Kardeşlerim...

Kardeşlerimin ikisi de çok ağlar. Cesedimin başında birbirlerine sarılırlar. Sonra onlara annem ve babam da eşlik eder. Hepsi kenetlenip ağlarlar. Bizde aile yüce bir müessesedir. Böyle zamanlarda kenetlenmeyi iyi biliriz. Küçük kardeşim bana çok düşkündür. Büyük ihtimalle susmaz, sürekli ağlar.

Bizimkiler cenazeyi bekletmeyi pek sevmezler. Bir an önce toprağa verip cenazeyi rahat ettirme çabası içindedirler. Ben ölürsem gece ölürüm bence. O yüzden de namazım öğleye müteakip olur. Cenazemin öğle namazında kalkacağı bellidir ama yine de usulen ev halkına sorarlar. Annem cevap vermekle uğraşmaz, benim başımda gözyaşı dökmeye devam eder. Teyzelerim ısrar eder ikindi vakti kalksın diye ama nafile. Bizimkilerin mantığı bellidir.

Belediyenin gerekli yerleriyle görüşüp mezar kazdırma işlerini ayarlamaya gider yakın akrabalarımızdan biri. Mezarlıkta ailemize ait parsel var. Oradan bir yer gösterirler. Mezarımı geniş ve uzun kazsalar bari. Hem uzun boyluyum hem de dar yerlerde rahat edemem. Gerçi toprağa gömüldükten sonra ne kadar geniş kazıldığının önemi yok da olsun...

Yine yakın akrabalarımızdan biri çevredeki caminin imamlarına sala vermeleri için gider. Hocanın sala bittikten sonra nasıl anons edeceğini bildiren yazıyı hocalara bir bir dağıtır. Dönüşte de cenaze malzemeleri satan bir dükkana uğrayıp gereken levazımatı alırlar ve eve getirirler.

Caminin minarelerindeki hoparlörlerinin açılma sesinin duyulmasından hemen sonra hocanın sesi duyulur. İşte o an ev yangın yerine döner. Çünkü cenaze evlerinde ağlama sesinin, feryatların duyulduğu ikinci zaman bu zamandır. İlki cenazenin eve ilk geldiği andır. Bütün ev ahalisi hep bir ağızdan feryat eder. Hoca salayı bitirdikten sonra adımı anons etmeye başlayacağı vakit bir sessizlik olur. Anons dinlenir, bittikten sonra ağlama kaldığı yerden devam eder.

Salanın ardından çok geçmeden hoca eve gelir. Başsağlığı diler ve vazifesinin başına geçer. Belediyenin tahsis ettiği aracın içinde beni güzelce yıkar, paklar, defnedilmeye hazır hale getirir. Beni tabutun içine koyarlar ve meydanda duamı ederler. Sonra da doğruca caminin yolunu tutarlar. Başımda bekleyenler olur. Gelenlerin bir kısmı vakit namazını kılmak için camiye girer.

Bu sırada ben tahtımda saltanat sürmekteyim. Tahtım mermerden ve bu yüzden biraz soğuk. Ben ölürsem güzel bir havada ölürüm diye düşünüyorum sevgili okur. Çünkü güzel havaları önünden beri çok severim ve buna rağmen mermer güneşin sıcaklığına rağmen, ölümün soğukluğuna yenik düşeceğini tahmin ediyorum.

Namazın bitmesiyle beraber bütün cemaat dışarı hücum eder. Herkes sıralanır. Yaşlılar başlarındaki kasketleri ters çevirir. Sıra sıra saf tutarlar. Bu arada bizimkilerin yanına gelip başsağlığı dileyenler de olur. Saltanatımın son demleri, imamın caminin kapısından çıkıp, cenaze namazını anlatmasıyla son bulur. Tüm cemaat iki rekat namazımın kılıp, hakkını helal ettikten sonra beni omuzlarına alıp cenaze arabasına yüklerler. İstikamet mezarlık...

Cenaze arabasının arkasında çok araç olur. Kahvehanelerin önünden geçerken oyunlarını bırakıp ayağa kalkanlar olur. Çok ağır ilerler cenaze aracı. Nihayetinde son durağa varmış oluruz. Cenaze arabası mezarlığın kapısında durur ve cemaat beni tekrar omuzlarına alır. Yeni yatağıma kadar elden ele ilerlerim. Beni tabutumdan çıkarıp yeni yatağıma güzelce yatırırlar. Üstüme tahtaları döşerler. Herkes birer ikişer kürek toprak atar üstüme ve kürek elden ele dolaşır. İmam bu esnada duasını okur. Dua bitince herkes ruhuma bir fatiha okur ve yakınlarım -en başta babam sonra kardeşim olmak üzere- yan yana sıralanırlar. Cemaat teker teker bizimkilerin ellerini sıkıp başsağlığı diler. Bu fasıl bittikten sonra doğruca evin yolu tutulur.

Bu saatler çok hareketli geçer. Akşam bir anda oluverir. Hocalar tekrar eve gelir birer fasıl daha dua ederler, yemek yerler sonra yatsı namazını kıldırmak için camiye giderler. İlk hafta ev boş kalmaz. Akrabalar, komşular falan olur. Daha sonra millet yavaş yavaş elini ayağını çekince asıl yalnızlık o zaman başlar...

Sevgili okur, ben ölümümün bu kısmında üzülenleri sadece ailem ve akrabalarım olarak anlattım. Elbette ki onların haricinde ağlayacak, üzülecek çok insan vardır. Sizden istediğim de bu zaten. Arkanızdan kimlerin ağlayacağını düşünün. Timsah gözyaşları dökenler sayılmaz ama. Bunu düşünün ki bugünden sonra, en çok kimin ağlayacağını tahmin ettiğiniz insana daha iyi davranın. Sizi sevenlerin kıymetini ancak bu şekilde anlarsınız sevgili okur.

"Öleceğiz, ölümden bir şeyler umarak..."

9 Nisan 2014 Çarşamba

Dinlediklerim: Madrugada

Yazıma başlamadan önce, yeni aldığım bir kararı sizinle paylaşmak istiyorum sevgili okur. Bundan böyle -eğer başarabilirsem- her hafta size yeni bir müzik grubu ya da sanatçı tanıtmak istiyorum.

Rivayet olunur ki Madrugada Norveçli bir müzik grubuymuş. Beni grubun tarihçesinden, misyonundan vizyonundan ziyade bende uyandırdığı izlenimler ilgilendiriyor. Sizinle de bu izlenimlerimi paylaşmak istiyorum sevgili okur. Mevzu bahs olunan grubun bende uyandırdığı duygular faslına geçmeden önce Madrugada'nın en sevdiğim parçasını sizinle paylaşayım: Whats On Your Mind


Grubu ilk bu şarkısıyla tanıdım. Zaten diğer şarkılarını da bildiğim pek söylenemez. Hani insan bir şarkıyı çok sever de tekrar tekrar dinleyip sömürdüğü şarkılar olur ya işte bu şarkı da benim "sömürdüğüm şarkılar" kategorimde. Sözlerinin Türkçe'ye çevirisini vermeyeceğim. Lafı daha fazla uzatmadan konuya geçelim.

Bu şarkıyı dinlerken yağmurlu bir havada geceleyin araba kullanırken hayal ediyorum. Yolum uzun tabi. Dışarısı oldukça soğuk ve bu yüzden arabamın camları buğulu. Arabam da öyle çok yeni değil ama vazgeçilmezim olan klima mevcut. Arabamın klimasından sıcak hava yüzüme vuruyor ve hafiften mayışıyorum. Bir benzinlikte durup çay alıyorum ve yoluma kaldığım yerden devam ediyorum.

Bunları bana hissettiren şey, şarkının rengi sevgili okur. Sizce de bu şarkı Amerikan filmlerindeki o eski model klasik arabalarda çalan şarkılara benzemiyor mu? Hollywood'dan alışık olsam gerek ki bende bu izlenimi uyandırdı. Şarkıyı sevmemdeki bir diğer faktör de vokalistin nezleli sesi. Sizi bilmem de ben nezleli sese hayranım. Şarkının sizde uyandırdığı izlenimleri benimle paylaşırsanız çok bahtiyar olurum sevgili okur. Yorumlarınızı esirgemeyin lütfen...

8 Nisan 2014 Salı

Yalan!

Yalan sevgili okuyucum yalan! Hepsi yalan! Sen yalan, ben yalan, biz yalan ama onlar gerçek!

Bu sert girişimin sebebi bugünkü hissiyatımdır sevgili okur. Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencisiyim ve pedagojik formasyon bizim yarayan kanamız. Çünkü o belge olmadan öğretmen olamıyoruz. Ben şu an okuduğum bölüme girdiğimde okurken veriliyordu bu meret. Daha sonra Eğitim Fakülteleri'nin ısrarıyla bu hak elimizden alındı. Şimdi ne mi yapacağız? İnanın kimse bilmiyor sevgili okur...

Anayasanın ikinci maddesinde: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir." ibaresi yer alır. Madem bu devlet sosyal bir hukuk devleti nerede o zaman benim kazanılmış hakkım?

Önceden Fen-Edebiyat Fakülteleri'nin amacı öğretmen ve bilim adamı yetiştirmekmiş. Daha sonra öğretmen yetiştirme görevi Eğitim Fakülteleri'ne verilmiş. Bize sadece bilim adamı olmak kaldı. Ülkemiz öyle gelişmiş bir ülke ki dört bir bucağında bilim adamı ihtiyacı var(!). Bu yüzden olmalı ki her üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi var ve her sene bu fakülteler en az 60 mezun veriyor...

İlk cümleme geri dönmek istiyorum. Hepimiz yalanız sevgili okur. Ama onlar her zaman gerçek. Çünkü onlar yönetici. Onlar ne derse o olur. Onlar süründürmeyi çok sever. Ve biliyor muydunuz sevgili okur, bu ülkenin yazılı olmayan yasaları varmış. Ben de yeni öğrendim bunu. Mesela bu yasalardan biri de şuymuş: "Devletin her kademesinde resmi işler ağır ilerlemelidir".

Çok iyiyiz sevgili okur çok!.. Gelişmiş bir ülkeyiz biz. Çünkü gelişmiş ülkelerde yasalar harfiyen uygulanır. Bugün bir devlet dairesine gidin sizi oradan oraya koştururlar. Kanun böyle çünkü. Avrupa Birliği bizim gibi bir devleti neden üye yapmaz anlamıyorum. Öyle bir devlet ki bu devlet, durmaksızın bilim adamı yetiştiriyor...

Eğitim Fakülteleri de çok düşünceli. Öğretmenlik önemli bir meslekmiş. Doğru. O yüzden de formasyon eğitimi kısa sürede verilemezmiş, eğer verilirse öğretmenlerin kalitesi düşermiş. Kendileri çok kaliteli eğitim verdikleri için formasyon almış olan Fen-Edebiyat mezunu öğrencileri, kendi öğrencilerine kıyasla KPSS'de daha fazla atanıyorlar. Çok kaliteli eğitim vermişler ki o yüzden kendi öğrencileri atanamamış demek ki...

Yalan sevgili okur! Her şey yalan! Eğitim Fakülteleri'nin amacı kendi öğrencilerinin önünde biz Fen-Edebiyatlılar engel oluşturuyoruz ondan. Anayasa da yalan. Ne sosyal hukuk devleti?! Daha tam anlamıyla devlet bile değiliz biz kaldı ki sosyal bir hukuk devleti olalım.

Sözü daha fazla uzatmayacağım sevgili okur. Gördüğümüz rüyalar, bu ülkeden daha gerçek!..

4 Nisan 2014 Cuma

Benim Bir Arkadaşım Var

Benim bir arkadaşım var sevgili okur. Evet, aslında hepimizin vardır. Benim arkadaşım; sevgili okur, benim arkadaşım çok kalender bir insan. Bilmiyorum daha önce birilerine kazık atmışlığı var mı ama sanırım bana atmaz. Niye biliyor musun sevgili okur? Çünkü çok temiz bir insan.

Okulda bir kızı beğenmiş, eklemiş, kız da kabul etmiş. Çoğu zaman facebook'tan konuşuyorlar. Geçenlerde kız bizimkine mesaj atmış "Napıyosun?" diye bizimki cevap verememiş. Çünkü o kız ona göre çok güzelmiş, aşık olunası bir kızmış. Ondan beklenmezmiş böyle bir şey.

Zannımca kızın gönlü var da bizimkinde icraat yok. Bugün öğrendim bu olayı. Sözünü bitirir bitirmez dedim ki:

- E oğlum, git buluş kızla. Karşılıklı oturun, iki kelam edin?!

- Yok aga, ben yapamıyorum öyle şeyler.

- Lan ne var?! Git bi mekana otur. Hemen bi tane sigara yak, heyecanını alır. Sonra hal hatır sorarsın, oradan bi konu açarsın sonrası kendiliğinden gelir.

- Aga, işte ben kendimi biliyorum, olmaz o iş...

İşte böyle bir insan benim arkadaşım. Vakti zamanında biz birinci sınıfken, - hemen hemen dört yıl olmak üzere - birini sevdi bizimki. İlk başlarda iyi gidiyordu. Ne olduysa sonra oldu zaten. Platonik aşkın tadını alınca müptelası oldu. Ne zaman bu konular açılsa hep şöyle der:

- Benim uzaktan sevebileceğim bi hatun olsun ama bana pas vermesin, süründürsün. İçki, sigara içtiğimde içtiğimin tadına varayım...

Bu sözlerine bakıp da salak bellemeyin sakın sevgili okur! Çok kültürlü bir insandır kendisi. Canınız sıkılırsa eğer yanınızda olmasını istediğiniz sayılı insanlar sınıfına mensuptur. Her konuda konuşacak bir şeyi vardır. Renkli bir insandır aynı zamanda.

Benim bir arkadaşım daha var sevgili okur. O, okulu dondurdu. KPSS Ortaöğretim'e hazırlanıyor şimdi. Yine aynı zamanda (biz birinci sınıfken) o da bir kız sevmişti. Ama onun durumu en kötüsüydü. Kızın sevgilisi vardı, buna olmaz dedi. Ama diğer taraftan da umut vermeye devam etti. Sevgilisiyle ayrıldı kız. Bizimki vakit benim vaktimdir dedi kızla tekrar arayı ısıtmaya başladı. Bizimki aşkından Mecnun oldu. Her gün içiyor, derslere girmiyor, okula da kızı görmek için geliyor. Kız, o kadar umut verdikten sonra yine olmaz dedi. Bizimki paramparça oldu. E haklı tabi. O kadar konuş, buluş sonra olmaz de...

Ben oldum son sınıf ama bu arkadaş hala ikinci sınıftan ders alamadı. Gerçi bırak ikinci sınıfı, bu yaşadıklarından da ders alabilmiş değil. Hala yine olsa yine yaparım diyor. İşte şimdi ailesine yük olmamak için KPSS'yi kazanıp kendi ayaklarının üstünde durmak istiyor. Anladı iş işten geçtiğini...

İşte böyle adam gibi arkadaşlarım var sevgili okur. Belki de dünya üzerinde yaşayıp, bunları hak etmeyecek iki adam... Eğer sizin de benim arkadaşlarıma yapılanları  yapacak arkadaşlarınız varsa söyleyin çeksinler pis ellerini temiz insanların üstlerinden. Bu devirde kaç kişi kaldı ki bunlar gibi sevebilecek adam?! O yüzdendir ki sevgili okur, karaktersiz insanları öldürmeyi vicdan meselesi yapmayın. Çekin tetiği cehennemin dibine gitsinler.