5 Mayıs 2014 Pazartesi

Anne, Ben Dadaist Oldum!

Bundan yıllar, yılar önce; edebiyatımıza büyük hizmetleri dokunan Fuzuli, Türkçe Divanının önsözünde üç şeyden şikayet eder:
  1. Kendi bahtından -ki divan şairlerinin genel şikayetidir bu- şikayetçidir.
  2. Okuma yazma bilmeyen cahil müstensihlerden* şikayetçidir.
  3. Kendini şair sananlardan şikayetçidir.
Ben bu yazımda, Fuzuli'nin şikayetçi olduğu üçüncü maddeden bahsetmek istiyorum. Yedi Meşale'nin ortaya çıkışıyla söze başlayayım. Bilindiği üzere Yedi Meşale hareketi, Milli Edebiyat akımının ardından ortaya çıkmıştır. Her akım gibi onlar da kendinden önceki akımlara başkaldırı mahiyeti taşır. Milli Edebiyat öylesine vuku' bulmuştur ki halk şiir sevdasına düşmüş, tabiri caizse eline kalem alan şiir yazmaya başlamıştır. Bu olaya "beylik edebiyat" da denir.

Yedi Meşaleciler; beylik edebiyat için, çıkardıkları Yedi Meşale adlı derginin -ki adlarını da buradan alırlar- ilk sayısının önsözünde "Ayşe, Fatma terennümü" diye bahsederler. Yakın çevremde de bu ve Fuzuli'nin şikayetlerinin üçüncü maddesindeki durumu aratmayacak bir durum söz konusudur. 

Yıllardır yetenek sayılan, üst düzey görülen edebiyat bazı kişilerce bugün ayaklar altındadır. Divan edebiyatında sıkça rastladığımız söz sanatları ve söz oyunları mevzu bahs olunan kişilerce değerini kaybetmektedir. Kelimelerin bir ya da birkaç harfini değiştirerek sanat icra ettiğini düşünen bu kişi/kişilerin en kısa sürede durumlarının farkına varmasını tanrıdan diliyorum.

Yakın çevrelerinin de etkisi olduğunu varsaydığım bu kişi/kişiler, hatalarını bilmedikleri gibi kendilerini de şair sanmaktadır. Yolun başında oldukları bile meçhul olan bu kişi/kişilerin, tevazu göstermeden yaptıkları bu hareket akıl alır gibi değildir. Sözünü ettiğim kişilerden birini çok yakından tanımaktayım. Daha imla kurallarını bilmeyen bu kişinin böyle bir işe soyunması, ironi eksikliği çekmeyen güzel ülkemize bir ironi daha katıyor.

Romanlarda ya da şiirlerde yer alan, çok bilinen sözleri alıp değiştirerek -ekleme veya adaptasyon yoluyla- şair/yazar olunamayacağını bilmeyen, oldukları gibi görünmek yerine olmak istedikleri kişiyi göstermeye çalışan, ömrü hayatında okuduğu kitap sayısı bir elin parmağını geçmeyen, kitap okumak moda oldu diye kitap okuyan, bu cahil insanlar, bence, dilimizdeki en ağır hakaretleri hak etmektedirler.

İslam öğretisinde, kıyamet koptuktan sonra, her insanın hayattayken yaptığı davranışlardan ötürü sorguya çekileceği yer alır. Ve şundan eminim ki, yukarıda yerdiğim bu insanlar, yaptıklarından sorguya çekildikten sonra büyük edebiyatçılar tarafından da sorguya çekilecektir. Bunca yıllık birikimi mahvetmişlerdir çünkü. Ve bunların önüne geçilmez de eskaza bunlar kendilerine yayılma alanı bulurlarsa benim gibi birçok insan edebiyattan soğuyacaktır. Daha şimdiden, bunlar yüzünden dadaizmi mantıklı bulmaya başladım. En kısa zamanda köklerinin kuruması dileğiyle...

* - Müstensih: Matbaa'dan önce, yazma eserleri el ile çoğaltma işini yapan insan

4 Mayıs 2014 Pazar

Aylak Adam Üzerine

Bu kitabı, daha önce bir çok kere tavsiye edilmesine rağmen, nisan ayında okuma fırsatım oldu. İnsanoğlu güzel şeyleri hep geç farkedermiş. Benimki de öyle oldu.

"Ölmeden önce okunması gereken 100 kitap" listesinde de görünce artık okumalıyım dedim ve başladım. İlk başları -ilk 50 sayfası- beni çok sıktı. Acaba yarım bırakıp başka bir kitap mı okusam diye düşünmedim değil. İlk defa fikrimin harekete geçmeyip, sadece fikirde kaldığıma memnun oluşum bu kitap sayesindedir. Kitabın mevzu bahis ilk sayfalarının beni sıkmasının -kendimce- nedenlerinden biri: Anlatımdaki geliş gidişler ve kitabın kahramanı C.'nin hayatına yabancı oluşumdur. Sabrımın selameti olarak mevzu bahis sayfalardan sonra kitap gayet akıcı ve merak uyandıran bir hale geldi.

Atılgan, kitaplarında genel tem olarak yabancılaşmayı, toplumdan soyutlanmayı işlemiş. Bu eserinde de bunu görüyoruz. Öyle ki kitabın baş kahramanının adını kesin olarak bilmiyoruz. Ondan, kitapta sadece "C." diye söz ediliyor. C, yaşadığı toplumla kaynaşamamış, sıradanlaşmak istemeyen bir insan. Bu yüzden de en çok alışkanlıktan nefret ediyor. Kitabın bir kaç yerinde "elinde kese kağıdıyla eve bir şeyler götürmek" eleştiriliyor. Herhangi bir işte çalışmayan, tiyatroya-sinemaya giden, kitap okuyan, ressamların arasında hayatını sürdüren, babasından miras kalan malların geliriyle hayatını sürdüren bir adamdır C. Bunun için kendine işi sorulduğunda "Benim işim yok. Aylak'ım ben" diye cevap verir.

C'nin hayata başkaldırısının altında babasından duyduğu nefret vardır. Babasına benzememek için elinden geleni yapar. Ama yine de kendi davranışlarını, babasının davranışlarıyla karşılaştırır. Ona benzemekten çok korkar çünkü. C'nin tek alışkanlığı kulağını kaşımaktır. Küçükken kulağının yırtılması yüzünden bu alışkanlığı edinmiştir. Bu, onun için öylesine büyük bir alışkanlıktır ki kitabın bir yerinde "Onun yanında kulağımı bile kaşımamıştım" diyecektir.

C'nin hayattaki en büyük amacı "gerçek sevgi"yi bulmaktır. Babası tarafından çok sevilmediği anlaşılan, annesinin ölümü üzerine gerçek sevgiyi, karşılıksız sevgiyi teyzesinden gören C, her kadında teyzesinin özelliklerini arar. Öyle ki, bir hayat kadınını sırf teyzesine benziyor diye evine getirmiş, ona teyzesinin taklidini yaptırtmıştır.

C, konuşmaktan ve konuşanlardan nefret eder. "İnsanlar neden susmayı bilmiyor?" diyor. Sırf bu yüzden gittiği yerlerde garsonlara, komilere susmaları için, kendini rahat bırakmaları için fazladan bahşiş verir. Onun için kadın da farklı kategorilere ayrılır. Örneğin Güler için şunları söylemiştir: "Acaba Güler, erkeklere kalem açtıranlardan mı? Sanmam. Boyasız o, topuksuz." Bu cümleler C'nin güzellik anlayışını da yansıtıyor bize.

Yukarıda C'nin alışkanlıkla ilgili düşüncelerinden bahsetmiştim. Bu konuyu kitaptan, kendi cümleleriyle açmak istiyorum: "Atılsın, yerine sulu, yılışık, gerçek bir garson gelsin de Güler'le hep bu masada buluşmasınlar istiyordu. Alışmaktan korkuyordu. Böyle giderse bu masa sevgilerinin kutsal yeri olacaktı. Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı."

Romanda, yazar, para üstünde de duruyor. Paranın insan hayatındaki önemini, ve insanların para hakkındaki görüşlerini eleştiriyor. Burada, C'nin bol bahşiş bırakmasının nedenini de açıklıyor: "Hep para verip rahatlayacaksın! Ne yapayım ya? İnsanların en kolay anladıkları, onun dili değil mi?" 

Kitap acıklı bir sonla bitiyor. Hayır sevgili okur, düşündüğünüz gibi değil. Kimse ölmüyor. Bu ayrıntıyı verdiğim için affınıza sığınıyorum. Eğer vermeseydim; yazımı okuyanlardan bazılarını, romanı "Yeşilçam Filmi" gibi düşündürüp, kitap hakkındaki umutlarını kırmış olurdum. Edebiyatımızda; böyle eserlerin, böyle yazarların olduğunu düşünmenin verdiği kıvançla yazımı noktalıyor, eğer okumadıysanız en kısa zamanda okumanızı, siz sevgili okurumdan niyaz ediyorum.

24 Nisan 2014 Perşembe

Elma Çöpünden Gurur

Elma çöpünden gurur mu olur demeyin sevgili okur! Olur, bal gibi olur hem de... Alt çeneniz üst çenenizden uzunsa ne demek istediğimi anlarsınız. Benim öyleydi. Ta ki 2004'e kadar...

Genetik çok değişik bir şey sevgili okur. Annemle babamın çene yapıları farklı. Ve ben ilk çocuk olarak bu farklılığın ilk kurbanıydım. Babamın üst çene ve annemin de alt çene yapısını almışım. O yüzden alt çenem üst çenemden uzundu. En büyük hayalım meyveleri ısırarak koparabilmekti. Çünkü bir elmayı ısırarak yiyemiyordum. Çekirdek yiyemiyordum. Sert bir meyve/sebzeyi ısırarak yemek en büyük korkumdu ve o yüzden meyve bıçaklarının hakkını ödeyemem...

Çocuktum. Düşen birini gördüğümde arkadaşlarımın aksine gülmeyen bir çocuktum. İnsanların dış görünüşleriyle dalga geçmeyen bir çocuktum. Çünkü alt çenem uzun diye -rahmetli Sakıp Sabancı'nın çenesi gibiydi çenem- millet benimle dalga geçiyordu. Bu yüzden olmalı ki insanların dış görünüşleriyle ya da hareketlerine gülmezdim. Belki böyle bir sorunum olmasa ben de gülerdim, bilmiyorum...



Ne zaman benle dalga geçen bir çocuk olsa, yaşına bakmadan okul çantamı sırtımdan çıkardığım gibi üstüne çullanırdım. Çocukluğumun yegane kavga sebebi budur. Bir gün -dün gibi iyi hatırlıyorum- aynanın karşısına geçtim ve anneme "Neden benim çenem böyle?" dedim. Sadece bunu demiştim, ne bir eksik ne de bir fazla. Bu olayın üstünden bir kaç hafta geçti geçmedi okuldan izin alıp beni diş doktoruna götürdüler. İlk Aydın'a gittik. Orada bir ortodontist vardı. Bize yakın diye orayı tercih etti bizimkiler ama ben o kadını istemedim. Çok sert bir kadındı ve tedavim süresince maske takmamı söylemişti. Allah aşkına, sadece çenem yüzünden dalga geçen insanların karşısında o maske ile ne kavgalar ederdim düşünün lütfen...

O doktoru istemeyince, İzmir'de bir doktora gittik. Onu çok sevmiştim. Cana yakın ve tatlı dilliydi. Görüştükten sonra hemen tedaviye başladık. Eğer bugün dişçiden korkmuyorsam onun sayesindedir. İlk 4 yıl çenemin düzelmesi için uğraştık. Bu esnada ettiğim kavgaların haddi hesabı yok tabi. Ettiğim kavgaların çoğundan ailemin haberi yoktur. Anca mahalleden çocuklarla dövüşürsem öyle haberleri olur. Aparey kullanıyordum. Aparey'in ne olduğunu size açıklamak istersem: Tabiri caizse, yaşlıların takma dişleri gibi bir şeydi. Damağa takılıyordu ve haftada bir gün ayarı yükseltiliyordu. Bugün sorumluluk sahibi biriysem eğer bu tedavi sayesindedir. Çünkü her gün, günde iki kere diş fırçalardım. Aparey'imin bakımlarını yapardım.
Derken 3 sene bitti ve çenem düzelmişti. İşte yukarıda belirttiğim "Ta ki 2004'e kadar" kısmı bu zamanlardır.


Madem böyle bir işe giriştik, olmuşken tel de taktıralım tam olsun dedik ve diş teli kullanmaya başladım. Tedavi sürecimin en zor dönemleri bu dönemlerdi. En çok kavgayı bu dönemde yaptım. Ben diş teli kullanan o ilk nesildenim. Herkesin yabancı olduğu bir şeydi bu. Bilen, bilmeyen herkesin "O ne?", "Ağzını aç bakayım", "Kaç paraya yaptırdınız?", "Nerede yaptırdınız?" gibi bitmek tükenmek bilmeyen zincirleme sorularına maruz kalıyordum. Telime dokunmak isteyenler, ağzımın içini dipten uca inceleyenler, daha neler neler... Şimdi düşünüyorum da, ne kadar da uysalmışım... Reddedemiyormuşum. Hayır demeyi bilmiyormuşum.

Diş teli beni sıkıntılarımdan kurtaracaktı. O yolda çektiğim çile, daha sonra bana olumlu olarak geri dönecekti ama çok zordu. Aylık kontrollerim olurdu. Her kontrolden dönüşümün ilk üç günü bir şey yiyemez, sadece sıvı gıdalarla beslenebilirdim. Çünkü her kontrolden sonra tellerin ayarı değişiyor, ağzıma müthiş bir basınç uyguluyordu. Bu basınç bir şey çiğnemenize imkan vermiyor, eğer çiğneyecek olursanız da çürük ağrısı gibi bir ağrı yapıyordu. Braketler ağzınızda yara yapıyor, hatta uyurken dudağınızdaki yaranın içine girip onu çıkarırken kendi kanınızla cebelleşmek zorunda bırakıyordu. Braketi dudağımın içinden çıkaracağım diye üstümün kan olmuşluğu çoktur. Hepsine sabrediyordum ama en çok kola içememek beni bitiriyordu...

Diş teli -braket- kullanıyorsanız, asitli içecekler içemezsiniz sevgili okur. Aslında içersiniz de içerseniz teller çıktığında dişlerinizin üstünde lekeler olur ya da braketler kopar. O yüzden asitli içecekler diş teli takanlara yasaktır. Teller çıktığında on birinci sınıftım. Doktorum tedaviye başladığım ilk gün dişlerimin fotoğrafını çekmişti. Teller çıkınca ikisini karşılaştırdık ve sonuç mükemmeldi. Her şeye değmişti. Önceden teller yüzünden dudaklarım kapalı gülerken artık otuz iki dişimi de göstererek gülebilecektim.


İşte bu yazıyı yazmak demin yediğim elma sayesinde aklıma geldi. Hep özendiğim görüntüydü soldaki fotoğraf. Ne zaman elma yesem, ilk ısırıktan sonra yüzümde bir tebessüm olur. Başarmanın verdiği gururun tebessümüdür bu. Her elma yediğimde mümkün olduğunca kütürdeterek koparırım. Bittiği zaman hemen çöpe atmak istemem. Bir kaç dakika izlerim elmanın çöpünü...

Her fotoğrafta dişlerimi göstererek gülerim. Her şeyi ısırarak yemek istiyorum. Ne zaman dişten, ağızdan bir konu açılsa hemen "En pahalı gülüş, benim gülüşümdür" derim. Ki haklıyımdır bu konuda. Çünkü gülebilmek için çok cefa çektim...


21 Nisan 2014 Pazartesi

Sineklerin Tanrısı

Sineklerin Tanrısı, Ballantyne'nin Mercan Adası isimli eserinin adeta parodisidir. Golding, kendini şöhrete kavuşturan bu eserinde, Mercan Adası'nın iki kahramanın adını kullanmıştır. Hatta olayın geçtiği ada, bizzat Mercan Adası'dır. Ama bu adada geçen olaylar, Ballantyne'nin Mercan Adası'ndan çok farklıdır.

Sineklerin Tanrısı'nda ıssız bir adaya düşen, yaşları 8 ile 12 arasında değişen, bir grup İngiliz çocuğun başlarından geçen olaylar anlatılmaktadır. Golding, kahramanlarından ikisine Ballantyne'nin kullandığı iki ismi vermiştir. Biri Ralph, biri de Jack...

"Hamlet'i bir öç alma tragedyası ya da Moby Dick'i sadece bir balina avı öyküsü saymak ne denli yanlışsa, Sineklerin Tanrısı'nı da çocuklar için yazılmış bir serüven romanı saymak o denli yanlıştır." Bu söz kitabın çevirmeni, Mina Urgan'ın, kitabın sonunda yazdığı "Sonsöz"den bir alıntıdır. Urgan bu sözünde yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü bu roman çocuk kitabından ziyade, bir yetişkin kitabıdır. Hatta bu kitaba roman demek de yanlıştır. Bence bu eser baştan aşağı bir alegoridir, simgesel anlamları olan bir öyküdür.

Mercan Adası'nda adada mahsur kalan İngiliz çocuklar, adada İngiliz medeniyetinin küçük bir kopyasını oluşturmuşlardı. Sineklerin Tanrısı'nda karakterler İngilizdir, mekan aynıdır, isimlerden ikisi Mercan Adası'ndaki iki karakterle aynıdır ama anlatılanlar tamamen zıttır. Sineklerin Tanrısı'nda, çocuklar küçük bir İngiliz medeniyeti kurmazlar. Hatta medeniyet namına hiç bir şey kuramazlar. Sadece olayların başında demokrasiye benzer bir yapı oluştururlar ama bu yapının çökmesi uzun sürmez.

Golding'in eserde vermek istediği bir mesaj vardır: "İnsanlığın içindeki kötülük"... Bugün bir çok insan çocukların masum, günahsız ve birer melek olduğunu düşünür. Ama işin aslı öyle değildir. Herkes çocukluğuna dair hatıralarını anımsarsa, aldığı kararların ya da yaptıklarının şu anki halinden bir farkı olmadığını görecektir. Arada tek bir fark vardır: Çocukken tecrübesiz olduğumuz için yanlış kararlar alırdık. Şimdi ise tecrübelerimize göre hareket ediyoruz. Akıl yine eskisi gibi işliyor.

Edebi eserlerde başarı zıtlıklarla sağlanır ve bu romanda zıtlıklar mükemmel bir şekilde verilmiştir. Karşımızda iyi ve kötü karakterler vardır. Ralph, Domuzcuk ve Simon iyi karakterlerdir ama Jack ve Roger kötü karakterlerdir. Ralph ve Domuzcuk tamamen iyi karakterler değildir. Her insan gibi onların da eksik yanları vardır. Buna rağmen iyi tarafları ağır bastığı için onları iyi kategorisine dahil ediyorum. Jack'i kötü olarak gösterdim ama Jack tamamen kötü bir çocuk değildir. Onun da iyi yanları olmasına karşın kötü tarafı ağır bastığı için bu kategoriye aldım.

Eserde sadece iki tane tamamen iyi ya da tamamen kötü karakter vardır. Onlar da Simon ve Roger'dir. Simon tabiri caizse yeryüzüne gönderilmiş bir melektir. Zaten Golding, eserini bir gazeteciye tanıtırken, Simon için: "İsa'yı andıran bir kişiliği" olduğunu ve bunun yanında da sezgileriyle geleceği görebildiğini söylemiştir. Roger ise tamamen kötüdür. İnsan öldürebilen, yaralı hayvanlara işkence edebilen bir çocuktur. Onun hareketleri bana Hitler'i hatırlattı. Davranışları, hareketleri, söyledikleri tamamen faşist bir mantığın ürünleridir.

Golding, İkinci Dünya Savaşı'na asker olarak katılmış. Ve eseri de Üçüncü Dünya Savaşı'na tekabül etmekte. Savaşta atom ve nötron bombaları kullanılıyor olmalı ki güvenli bir yere götürülürken adaya düşüyorlar. Ayrıca Üçüncü Dünya Savaşı ile ilgili diğer bir çıkarımım da bu savaşın kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasında geçtiğidir. Çünkü Ralph bir bölümde "kızılların onları esir alabileceğini" söylüyordu.

Golding bu eserinde insanların doğuştan kötü olduğunu söylemez. Sadece dış dünyada da, insanın iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlıkla karanlığın çarpıştığını anlatır. Son olarak da yazarın İkinci Dünya Savaşı'ndaki gözlemlerinin kendine iyi bir referans olduğunu söyleyebilirim.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Para Mabed, Bankalar Mabud

Her şey para sevgili okur, her şey para... Çektiğimiz bütün sıkıntıların temel nedeni para. Okula gitmemizin nedeni okuyup iyi bir iş sahibi olabilmektir. Lise sınavlarına hazırlanmanın amacı, iyi bir eğitim alınabilecek bir liseden ziyade üniversiteyi kazandıracak bir liseye gitmektir. Üniversite okumak kişisel bilgi birikiminizi arttırmak değildir, iyi bir meslek sahibi olmaktır.

Hangimiz okuduğumuz ya da okuyacağımız bölüme iş sahasını önemsemeden girdik? Hangimiz mezun olacağımız bölümden hedeflediğimiz işin maaşını araştırmadık? Ben araştırdım sevgili okur. Siz de araştırmışsınızdır. Çünkü olması gereken bu. Hepimizin kurtarılması gereken hayatlarımız var.

Bu düzenin bir parçasıyız doğduğumuz andan beri. Kulağımıza daha ismimiz okunmadan hayatta yapmamız gerekenler söyleniyor. Hepimiz adımızın ne olduğundan önce çok çalışmamız gerektiğini, gelecek kaygısı yaşayacağımızı, hayatın bize vuracağı tokatların olduğunu öğreniyoruz.

Daha büyümeden kefenimiz biçiliyor. Serbest piyasa ekonomisi hayatımızı ilmek ilmek dokuyor, sınırlarımızı çiziyor. Bankalar yeni bir müşteri kazandığını haber alıyor. İleride sırtımıza vuracağı borç kamçısını, haberi alır almaz hazırlamaya başlıyor. Her ay göndererek boynumuzdaki kravatı daha da sıkacak olan ekstrelerinin taslaklarını yapıyor.

Ekmek bıçağında dilimleniyor ömrümüz. Okul dertleri, lise ve üniversite kaygısı, hepsinden daha büyük olan gelecek kaygısı... Evlenip topluma karışma arzusu, tercihlerimiz, doğrularımız, yanlışlarımız... Her oyunun elbet bir kazananı olacaktır fakat biz asla kazanan olmayacağız. Çünkü biz küçük insanlarız. Her şeyimiz küçük. Kurduğumuz hayaller bile küçük. En büyük hayalimizi söylememizi isteseler, hepimizin hayali "gerçeğe en yakın" sınırlarıyla çizilmiştir.

En başta her şeyin para olduğunu söylemiştim. Eğer paramız olsaydı -yeterince değil, fazlasıyla olan bir paradan bahsediyorum- bu tarz sıkıntılara girmezdik. Yaptıklarımız zorunda olduğumuz şeyler değil, zevk aldığımız şeyler olurdu. Eğer bahsettiğim miktarda paramız olsaydı yeni bir şey aldığımızda "İhtiyaçtan değil, lüksten aldım" diyebilirdik.

Sanmayın ki mutluluğu, huzuru, sağlığı parayla değişmek isteyen biriyim. Tam aksine ben de küçük insanlardanım. Ama bahsettiğim miktarda paramız olsaydı huzur da sağlık da mutluluk da daha başka olurdu. Gerçekçi olalım sevgili okur, bu fikrime tamamen katılıyorsunuz. Belki biz değilizdir de, bazıları için para tapılacak bir şeydir. Ve onlar için ibadethane bankalardır. Ne olursa olsun, insan bunlara biraz da olsa hak vermeden edemiyor. En azından, ben biraz hak veriyorum.

Olmaz ya, yine de kazananlardan olmanız dileğiyle, yarını düşünmeden hareket etmeniz dileğiyle, "İhtiyaçtan değil, lüksten" diyebilmeniz dileğiyle...

10 Nisan 2014 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık

Gabriel Garcia Marquez'in kanser olduğu haberini aldıktan sonra Kitap Ağacı'nın bu ay okuyacağı kitap olarak Yüzyıllık Yalnızlık'ı seçmesi çok iyi olmuş. Takdir Allah'ın tabi ama Marquez'i kaybedecek olursak, en azından bu son zamanlarında onunla tanışma şerefine nail olacak kitap severler olacaktır. Sakın yanlış anlamayın sevgili okur, elbette ki temennim hastalığından kurtulup daha fazla eser vermesi.

Kitap, Can Yayınları'ndan çıkmakta. Elimde bulunan kitap sağda görmüş olduğunuz, Can Yayınları'nın bugüne kadar alıştığımız o klasik formunda. Bildiğiniz üzere Can Yayınları klasik formunu değiştirecek. Bunu ilk duyduğumda sevindiğim pek söylenemez. Tam aksine biraz üzüldüm. Çünkü alışkanlıklarımızı değiştirmek biraz zaman alır. Bu eser için konuşacak olursak, kapakta gördüğünüz resim Henri Rousseau' nun Gümrükçü adlı resmidir. Bence kitabın yeni kapağı, içeriğiyle daha alakalı. Zaten yeni kapakta bir retro havası sezilmekte. Ayrıca retro'ya karşı bir ilgim mevcuttur. Sanırım bu yüzden yeni form kitaplara olumlu bakıyorum.


Kitabın yeni kapağı sağ tarafta gördüğünüz gibi. İçerikle alakalı dediğim
kısımları sayacak olursam: Logonun hemen altında Güzel Remedios'u
görüyoruz. Onun altında eserin geçtiği mekan olan Macondo'yu görüyoruz. Jose Arcadio Buendia'nın sokaklara diktirdiği akasya ağacı da kapaktaki yerini almış. Akasya ağacının hemen altında, Buendia Ailesi'nin evinin sık sık istila etmeye çalışan karıncaları da görüyoruz.

Kitabın ilk sayfasında Buendia Ailesi'nin soy ağacı ile karşılaşıyoruz. İlk bakışta oldukça karışık görünüyor. Nitekim haklısınız da... Kitabın ilk dönemlerinde bu soy ağacından yardım alarak karakterlerin hangisi olduğunu anlıyoruz. Çünkü Buendia Ailesi'nde yeni doğan çocuklara bir kaç nesil önce yaşayanların isimleri veriliyor. Sakın endişe etmeyin. Çünkü kitap ilerledikçe bu isimler ve karakterler zihnimizde yer ediniyor. Yeni doğan çocukların aynı isimleri alması onlar üzerinde bir etki oluşturuyor. Zaten Ursula, yaşlılığı sırasında bu etkiyi kendi tespitiyle okuyucularla paylaşıyor.

Marquez, "büyülü gerçeklik akımı"nın en önemli temsilcilerinden biri. Bu eseri de akımın ismiyle tıpa tıp aynı özellikleri gösteriyor. Eserde bahsedilen olaylar ne tam anlamıyla gerçek ne de kurmaca. Güzel Remedios'un havalanıp göğe yükselerek kaybolması gerçek üstü bir olay olmasına rağmen yazar bu olayı gerçekle yoğurup biz okurların önüne koyuyor. Bu yüzden anlatılanlar gerçekmiş gibi duruyor ama büyülü bir gerçeklik söz konusudur.

Kitap 461 sayfa. Tahminim odur ki; bu kitabı düşündüğünüzden daha kısa sürede bitireceksiniz. Yazarı başarılı bulduğum bir diğer nokta da şudur: Yazar, eseri bitirmesi gereken yerde bitirmiş. Eğer bir nesil daha uzatmış olsaydı sanırım daha fazla tahammül edilemezdi, çünkü kitap çok karışık bir hal alırdı.

Hepimizin "İyi ki okumuşum. Bir kere daha okuyabileceğim bir kitap" dediği bazı kitaplar vardır hani? İşte bu kitap da benim için öyle. Bu kitabı okumayı düşünen varsa onlara naçizane bir tavsiyem olacak: Sakın ertelemeyin. Çünkü bu kitap sizin için bir milat olabilir.

Musalla Taşı

"Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında" demiş Cahit Sıtkı o meşhur Otuz Beş Yaş Şiiri'nde...

Bu nereden mi aklıma geldi? İnanın ben de bilmiyorum sevgili okur. Bu sıralar aklıma olmadık şeyler geliyor. Mesela bugün dersteyken ölümümü düşündüm. Nasıl öleceğimden ziyade ben öldükten sonra olacakları düşündüm. Size de bunu düşünmenizi tavsiye ederim.Tut ki öldüm. Hemen başlayalım senaryoya.

Cesedimi morgun en soğuk köşelerinden birinden almaya geldiler. Sıcak elleriyle -büyük ihtimalle babam- morgun soğuğunun buram buram hissedildiği o kağıda imza attılar ve cesedimi hastaneden aldılar. Yolda pek vakit kaybetmezler bundan eminim. Çünkü böyle durumlarda acılarını hız yapmakla çıkarır bizimkiler, daha önce öyle olmuştu. Bir an önce eve yetiştirme çabası içinde olurlar.

Arabayı babam kullanır. Kardeşim de önde, babamın yanında oturur. Kimse konuşmaz ama ağlarlar. Sessiz ağlarlar... Arabanın içinde sadece motorun sesi duyulur. Ha bir de ağlamaktan akan burunlarını çekerken çıkan ses olur. Belli periyotlarla ellerinin tersiyle gözyaşlarını siler bizimkiler. Arabanın eve yaklaşmasını duyanlar feryat çığlıkları atmaya başlar. Ve annem...

Annem çok ağlar. Gözleri kıpkırmızı ve ağlamaktan şişmiştir. Belki de vücüdunda takat kalmamıştır, baygındır. Hayatta olan en büyük akrabam anneannem. Annem kadar o da ağlar. Böyle durumlarda bağırmaktan ve ağlamaktan sesi kısılır genelde. Yine öyle olur tahminimce. Teyzelerim... İkisi de çok sever beni. Onları görenler en çok onlar üzüldü sanır ama onlar böyle durumları abartmayı çok severler. Yine de çok üzgün olurlar. Babam...

Babam evden içeri girince önce anneme sarılır. Bir süre beraber ağlarlar. Babam duygusal adamdır. Daha sonraları gizli gizli ağlar. Kendini belli etmez, sesli ağlamaz. Evin tenha yerlerine gider. Kardeşlerim...

Kardeşlerimin ikisi de çok ağlar. Cesedimin başında birbirlerine sarılırlar. Sonra onlara annem ve babam da eşlik eder. Hepsi kenetlenip ağlarlar. Bizde aile yüce bir müessesedir. Böyle zamanlarda kenetlenmeyi iyi biliriz. Küçük kardeşim bana çok düşkündür. Büyük ihtimalle susmaz, sürekli ağlar.

Bizimkiler cenazeyi bekletmeyi pek sevmezler. Bir an önce toprağa verip cenazeyi rahat ettirme çabası içindedirler. Ben ölürsem gece ölürüm bence. O yüzden de namazım öğleye müteakip olur. Cenazemin öğle namazında kalkacağı bellidir ama yine de usulen ev halkına sorarlar. Annem cevap vermekle uğraşmaz, benim başımda gözyaşı dökmeye devam eder. Teyzelerim ısrar eder ikindi vakti kalksın diye ama nafile. Bizimkilerin mantığı bellidir.

Belediyenin gerekli yerleriyle görüşüp mezar kazdırma işlerini ayarlamaya gider yakın akrabalarımızdan biri. Mezarlıkta ailemize ait parsel var. Oradan bir yer gösterirler. Mezarımı geniş ve uzun kazsalar bari. Hem uzun boyluyum hem de dar yerlerde rahat edemem. Gerçi toprağa gömüldükten sonra ne kadar geniş kazıldığının önemi yok da olsun...

Yine yakın akrabalarımızdan biri çevredeki caminin imamlarına sala vermeleri için gider. Hocanın sala bittikten sonra nasıl anons edeceğini bildiren yazıyı hocalara bir bir dağıtır. Dönüşte de cenaze malzemeleri satan bir dükkana uğrayıp gereken levazımatı alırlar ve eve getirirler.

Caminin minarelerindeki hoparlörlerinin açılma sesinin duyulmasından hemen sonra hocanın sesi duyulur. İşte o an ev yangın yerine döner. Çünkü cenaze evlerinde ağlama sesinin, feryatların duyulduğu ikinci zaman bu zamandır. İlki cenazenin eve ilk geldiği andır. Bütün ev ahalisi hep bir ağızdan feryat eder. Hoca salayı bitirdikten sonra adımı anons etmeye başlayacağı vakit bir sessizlik olur. Anons dinlenir, bittikten sonra ağlama kaldığı yerden devam eder.

Salanın ardından çok geçmeden hoca eve gelir. Başsağlığı diler ve vazifesinin başına geçer. Belediyenin tahsis ettiği aracın içinde beni güzelce yıkar, paklar, defnedilmeye hazır hale getirir. Beni tabutun içine koyarlar ve meydanda duamı ederler. Sonra da doğruca caminin yolunu tutarlar. Başımda bekleyenler olur. Gelenlerin bir kısmı vakit namazını kılmak için camiye girer.

Bu sırada ben tahtımda saltanat sürmekteyim. Tahtım mermerden ve bu yüzden biraz soğuk. Ben ölürsem güzel bir havada ölürüm diye düşünüyorum sevgili okur. Çünkü güzel havaları önünden beri çok severim ve buna rağmen mermer güneşin sıcaklığına rağmen, ölümün soğukluğuna yenik düşeceğini tahmin ediyorum.

Namazın bitmesiyle beraber bütün cemaat dışarı hücum eder. Herkes sıralanır. Yaşlılar başlarındaki kasketleri ters çevirir. Sıra sıra saf tutarlar. Bu arada bizimkilerin yanına gelip başsağlığı dileyenler de olur. Saltanatımın son demleri, imamın caminin kapısından çıkıp, cenaze namazını anlatmasıyla son bulur. Tüm cemaat iki rekat namazımın kılıp, hakkını helal ettikten sonra beni omuzlarına alıp cenaze arabasına yüklerler. İstikamet mezarlık...

Cenaze arabasının arkasında çok araç olur. Kahvehanelerin önünden geçerken oyunlarını bırakıp ayağa kalkanlar olur. Çok ağır ilerler cenaze aracı. Nihayetinde son durağa varmış oluruz. Cenaze arabası mezarlığın kapısında durur ve cemaat beni tekrar omuzlarına alır. Yeni yatağıma kadar elden ele ilerlerim. Beni tabutumdan çıkarıp yeni yatağıma güzelce yatırırlar. Üstüme tahtaları döşerler. Herkes birer ikişer kürek toprak atar üstüme ve kürek elden ele dolaşır. İmam bu esnada duasını okur. Dua bitince herkes ruhuma bir fatiha okur ve yakınlarım -en başta babam sonra kardeşim olmak üzere- yan yana sıralanırlar. Cemaat teker teker bizimkilerin ellerini sıkıp başsağlığı diler. Bu fasıl bittikten sonra doğruca evin yolu tutulur.

Bu saatler çok hareketli geçer. Akşam bir anda oluverir. Hocalar tekrar eve gelir birer fasıl daha dua ederler, yemek yerler sonra yatsı namazını kıldırmak için camiye giderler. İlk hafta ev boş kalmaz. Akrabalar, komşular falan olur. Daha sonra millet yavaş yavaş elini ayağını çekince asıl yalnızlık o zaman başlar...

Sevgili okur, ben ölümümün bu kısmında üzülenleri sadece ailem ve akrabalarım olarak anlattım. Elbette ki onların haricinde ağlayacak, üzülecek çok insan vardır. Sizden istediğim de bu zaten. Arkanızdan kimlerin ağlayacağını düşünün. Timsah gözyaşları dökenler sayılmaz ama. Bunu düşünün ki bugünden sonra, en çok kimin ağlayacağını tahmin ettiğiniz insana daha iyi davranın. Sizi sevenlerin kıymetini ancak bu şekilde anlarsınız sevgili okur.

"Öleceğiz, ölümden bir şeyler umarak..."